24 Şubat 2014 Pazartesi

Yürek...

Ölmüş bir bloga uzun bir aradan sonra yazıyorum... Bu giriş birazdan yazacağım konuyla oldukça ilgili oldu gibi...

Daha sık yazmak istesem de bir türlü olmuyor... Gündemdeki bir konuyla ilgili yazmak istiyorum sonra ben yazana kadar zaten gündem değişmiş oluyor. Tabii ki gündem değişmeden yazmak istiyorsanız 1-2 saat içinde yazmanız gerek...

Evet sosyal içerikli mesajımı da verdikten sonra ufaktan konuya giriş yapayım...

Bundan birkaç ay önce dersanenin daha bu kadar yoğun olmadığı, lak lak yapıp genel kültürümüze level atlatabildiğimiz zamanlarda öğretmenler odasında oturuyoruz. Diren adlı iş arkadaşımla şunu dinledin mi bunu dinledin mi diye muhabbet ederken bir şarkı önerdi; şu ankinden daha az akıllı olan telefonuyla şarkıyı açtı ve bana verdi...

Şarkının adı Yürek idi... Gerçekten daha ilk saniyesinde müziğiyle nasıl bir şarkı olduğunu belli ediyor diye düşünürken sözler girince aradaki tezatlığı fark ettim... Daha da ötesi asıl ilgimi çeken klip oldu... 


Eve gidince ilk iş yalnız başıma şarkıyı yeniden dinlemek olacaktı. Ve tabii ki klibi izlemek...

Eve geldim dediğimi yaptım... Şarkıyı açtım dinlemeye başladım... Öncelikle şunu belirteyim uzun zamandır Duman dinlemiyordum... Hatta en son severek ikinci albümünü dinlemiştim... O süreden beri uzak duruyordum kendilerinden...

Ama bu şarkı daha ilk saniyesinde fark ettirmişti... Yine yapmışlardı ilk zamanlarda yaptıklarını...

Müzik inanılmaz eğlenceli... Sözler ise bir o kadar tezat... Tıpkı 
Everly Brothers'ın Bye Bye Love şarkısı gibi...

Şarkıya kendinizi kaptırmamanız mümkün değil...

Ve tabii ki de klip...

Sonda söyleyeceğimi başında söyleyeyim tıpkı klibin sonunu başından tahmin ettiğiniz gibi... 


*İlla gereksiz oyunlar oynayacaksın değil mi?*

Ne güzel görüşmüyorduk lan uzun zamandır. Ovalayıp lambadan çıkan cin gibisin... 

*Tamam la tamam kızma buralarda olduğumu hatırlatayım dedim.*

Neyse...

Nerede kalmıştım?

Hatırladım...

Kesinlikle her şeyiyle -müziği, sözleri, klibi- Türkiye standartlarının çok çok üzerinde... 


İç ses araya girmeden önce de söylediğim gibi klibin sonunu başından tahmin ediyorsunuz... Ama bu sizi izlemekten alıkoyamıyor... Zaten hepimiz sonu başından belli olan hayat denen oyunu oynamıyor muyuz ki?

Bile bile sonuna kadar gittiğimiz gibi klibi de izliyoruz...

Klip ilk saniyesinden son saniyesine kadar tek planda çekilmiş... 


Oynayan amca gerçekten çok doğal... Şahsen ben çekimlerin çok fazla sürdüğünü sanmıyorum... 

Sonradan öğrendiğime göre klibi çeken kişi Berkun Oya imiş... Bunu öğrendiğimde yüzümde aptal bir gülümseme oluştu... Yıllar önce yayınlanan Cnn' deki Defakto isimli, Türk televizyonlarında gördüğüm en orjinal, en muhteşem programa imza atmış kişidir kendisi... O program bittikten sonra Ntv' de yaptığı Infoman de ikinci sırayı alır... 

İzmir'de yaşadığım için kendisinin ancak radyoda, gazetede ve televizyonda yaptığı işleri takip edebiliyorum... İstanbul' da yaşasaydım keşke dediğim ender anların sebebidir kendisi... 

Ve keşke eline daha çok kamera alsa... Bu adam bir gün istediğim filmi çekebilsem oynatacağım adam...

O yüzden bunu öğrendikten sonra kliple ilgili şaşkınlığım geçti...

Klipten çok bahsetmek istemiyorum izlemelisiniz bence... Ama son birkaç şey daha söylemek istiyorum...

Kliple ilgili araştırma yaparken gerek sözlük ortamlarında olsun gerek youtube yorumlarında olsun klip ile ilgili yapılan yorumları okuyunca şu ülkede yaşamaktan bir kez daha nefret ettim...


Yapılan bir işi beğenmek zorunda değil hiç kimse... Buna itirazım yok.. Eleştirilebilir de... Ama bok gibi olmuş, bir boka benzememiş gibi yorumları görünce ne kadar boktan insanlarla yaşadığımızı bir kez daha fark ettim... Müzik kanallarındaki bir ton saçma sapan klibin arasında güneş ışığı gibi parlayan şu klip hakkında -ne kadar beğenmeseniz de- bu tarz bir yorum yapmak densizliktir, farkında olmamaktır bana göre... 

Zaten klibi ilk izlediğimde daha televizyonda yayınlanmaya başlamamıştı. Yayınlanmaya başladıktan sonra da kimsenin fark etmemiş olması en azından paylaşılan şeyler arasında bulunmaması söylediklerimi destekler nitelikte... 

Bir de klibin en can alıcı noktası ise 2:37' de başlayan ve 16 saniye süren kameraya bakma sahnesi...

Amcanın kravatını bize düzelterek baktığı ve düzeltme işi bittikten sonra da bize bakmaya devam ettiği sahne... Amcayla yüzleşiyorsunuz. Amca sizle yüzleşiyor... Önce onun yerinde olsaydım ne yapardım diye düşünüyorsunuz... Kısa bir sıkkınlıktan sonra düşünmekten kaçmaya çalışıyorsunuz... Tam bu sırada bir bakıyorsunuz ki aslında o amcanın yerindesiniz. O amcanın yerinde olacağınız gün gelecek... O zaman ne yapardım diye tekrar düşünmeye başlıyorsunuz... 16 saniyede kafanızda tasarladığınız hayatınız gözünüzün önünden geçiyor...

Bir gün gelecek ve evde giyindikten sonra aynaya baktığınızda aslında hayatınıza bakacaksınız... Kazandıklarınıza, kaybettiklerinize, pişmanlıklarınıza, keşkelerinize, mutlu olduğunuz anlara, berbat geçirdiğiniz anlara, yaşadığınız zorluklara.... Her şeye...


İşte bu klip o yüzden bu kadar güzel bir klip... Ve yapılan yorumlarda az önceki söylediğim yorumlardan ziyade beni kızdıran yorum, "Niye 16 saniye kameraya bakıyor ki? " idi... 

Daha fazla bir şey söylemek istemiyorum bu konuyla ilgili oturun izleyin...

Ve düşünün... Şahsen ben düşündüm...


O amcanın yerinde olacaksam da bir gün, gerçekten sevdiğim kadınla güzel bir hayat geçirdikten sonra olacağım... Ve her ne kadar kaybetmiş gibi görünsem de güzel bir hayatın özetini izleyeceğim o aynada... Hüzünlü ama gururlu bir ifade olacak yüzümde... 


Şarkının sözleri:


varamadım doyamadım kokusuna tadına
adım adım kovaladım bulamadım izini
salınarak gezinerek beni deli ediyor
ölene dek mezara dek yüreğimi yakıyor
aman allah..
ölene dek mezara dek yüreğim yanıyor

bu ne kaçış bu ne gidiş
öyle delice bir aşk
varılamaz dönülemez
gel benimle dolaş aman allah
ölene dek mezara dek gel benimle dolaş

ahh kimin için atıyor bu yürek
söyle kimin için atıyor bu yürek
napıp ediyor sevdigini üzüyor
aklımız ermez aman allah
nazlı ediyor gözlerini süzüyor
ah geri gelmez..

alışamam degişemem gelemedim oyuna
uzanırım erişemem tutamadım elini
deli gönül dayanamaz bildigini okuyor
sevilemez sarılamaz yine seni arıyor
aman allah
ölene dek mezara dek yine seni arıyor...








14 Haziran 2013 Cuma

Oy Vermek Bir Şeyleri Değiştirseydi Yasaklanırdı...


Şimdi bir an için okulda olduğunuzu düşünün. Her şey iç güveysinden hallice... Bir şekilde yuvarlanıp gidiyorsunuz. Ama canınızı sıkan şeyler de yok değil... 

Bir tane eleman okulda ağa gibi dolaşıyor, istediği öğrenciye istediği zulmü yapıyor. Astığım astık, kestiğim kestik modunu açmış kafasına göre takılıyor. İdare hiçbir şekilde ses çıkarmıyor. 

Herkes bir nevi sinmiş durumda...

Bir gün bu elemanın zorbalığı, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın mantığı olan bu yerde size ya da bir arkadaşınıza rastlıyor. Zaten en başından beri rahatsız olduğunuz bu duruma artık daha fazla dayanamayacağınızı düşünüyorsunuz. Vücudunuzun her bir parçasına kadar bir cesaret yayılıyor ve bu elemana herkesin içerisinde kafa tutuyorsunuz.

Eleman önce hiç beklemediği bu çıkış karşısında bocalıyor; ondan sonra bu bocalama  hali, insanlar üzerinde kurmuş olduğu baskının sarsılma ve gücünü kaybetme korkusu ile bir anlık sinirle karşılık vermeye hazırlanıyor...

Siz, eleman ve etraftaki diğer herkes durum değerlendirmesi yapıyor kısa bir anlığına...

Siz gözünüzü karartmışsınız ve sonuna kadar gitmeyi göze almışsınızdır artık...

Eleman sizdeki cesareti ve bu cesarete destek vermeye hazır etraftaki insanları görüyor... Bir çıkış yolu arıyor...

Etraftaki herkes ise sizinle sonuna kadar gitme konusunda hemfikir... 

Bu düşünme anı sona erdiğinde bu eleman bulduğu çıkış yolunu size sunuyor: Çıkışa gel... Şurada şu saatte... 

Şimdi hamle sırası sizde...

1. Elinize geçen bu fırsatı kullanıp o elemana hemen orada haddini bildirdiğinizde tamamen saf dışı bırakacaksınız. Ve o andan itibaren kimse üzerinde herhangi bir baskı kuramayacak, haksızlık yapıp, istediği gibi dolanamayacak... 

Ve bilecek ki ne zaman bunu yapsa artık cesaretle karşısına dikilip, haddini bildirecek çok fazla kişi olacak... Yönetim bile okulu yönetmesi gerektiği gibi yönetecek... Evet belki bu eleman sizi tek başınıza yakalayıp, daha avantajlı bir şekilde karşınıza dikilecektir... Ama artık en ufak bir olayda sizi destekleyecek birçok kişi çıkacaktır. Kazandığınız cesaret de cabası... Eleman ise bir daha buna cesaret etmeden önce düşünecektir. Bir yerden sonra yenilgiyi kabul edecektir...

2. Hayatınız boyunca düzgün yaşamaya çalışmış, belli kurallar koymuşsunuzdur kendinize ve lafta değil gerçekten delikanlısınız. O adamın oraya çok daha avantajlı geleceğini biliyorsunuz. Ve buna rağmen o teklifi kabul eder ve orada halletmeyip o çıkışa giderseniz kaybettiğiniz an olacaktır. 

Az önce size destek verecek olan hiç kimseyi yanınızda bulamayacaksınız. En fazla birkaç arkadaş... Ama oraya ne şekilde giderseniz gidin dezavantajlı olacaksınız. Ve kaybedeceksiniz. Hem de kısa süreli bir kayıp değil... Eskisinden daha kötü durumda bulacaksınız kendinizi... Daha sinirli daha öfkeli hale gelen bu eleman okulda kurduğu baskıyı daha da arttıracaktır... Zaten rahatsız olduğunuz durum daha da rahatsızlaşacaktır. Ayrıca okul yönetimi de çıkışta olanlardan sizi sorumlu tutacaktır... 

Ve hiçbir zaman kendinizi affetmeyeceksiniz... Ara ara, "Elimden geleni yaptım." yalanı ile kendinizi avutmaya çalışacaksınız. Yaptığınız hatadan dolayı kendinize duyduğunuz o kızgınlık, hayatınız boyunca kan lekesi gibi orada duracak...

3. Eğer ne orada bir şey yapıp ne de o çıkışa gitmezseniz sadece o elemana karşı değil, kendiniz dahil herkese kaybetmiş olacaksınız. Artık yalnız olacaksınız. Ve pişmanlık dediğimiz o lanet duygu hayatınız boyunca kan lekesi gibi hep orada duracaktır.

Yazıyı okurken hangi seçimi yaptığınızı tahmin etmek çok zor değil... Bazı şeylerin örneğin bir yazıda daha kolay olduğunu da biliyorum... Ama zaten kafa tuttuk artık biraz daha sabrederek, biraz daha fedakarlık yaparak bu işi kararlılıkla istediğimizi alana kadar sonuna kadar götürmemiz gerekiyor... 

Referandumu neden mi kabul etmiyorum? Etmiyorum değil edemiyorum...

Çünkü içinde bulunduğumuz şartlarda yapılacak referandum; o elemanın bizi okul çıkışına çağırması demektir... 

Başlık olarak kullandığım Emma Goldman'ın sarf etmiş olduğu cümle sadece bu şartlar altında değil genel olarak da bize yol göstermelidir. 

Hakkımızı mı aramak istiyoruz?

O zaman çıkmış olduğumuz yoldan geri dönmeyeceğiz, dönmemeliyiz de...

Bunun tek yolu var: Doldurduğumuz meydanları boşaltmamalıyız... 



2 Ağustos 2011 Salı

Futbol...

İnsanlar ikiye ayrılır benim nezdimde... İlk grup, futbolun asla sadece futbol olmadığını düşünenlerden; 2. grup ise futbolun 22 adamın bir topun peşinden koşması olduğunu düşünenlerden oluşur.

Bana göre ikisinin ortası yoktur. Ortada olanları hiç düşünmeden, yargısız infaz yapıp 2. gruba sokarım ve bunu yaparken gözlerinin yaşına dahi bakmam.

Çok keskin bir giriş olduğunun farkındayım ama benim gerçeğim bundan ibarettir.

Çok uzun zamandan sonra yaklaşık 2 aydır her hafta düzenli olarak halı saha maçı yapmamın bu keskin girişe katkısı yadsınamaz.

Futbolu delilik derecesinde seven bir insan evladıyım... Oynamak, seyretmek, pc oyunlarında yönetmek vs. aklınıza ne geliyorsa çok sevdiğim aktivitelerdir.

Kaç yaşında futbol oynamaya başladığımı hatırlamayacak kadar küçük yaşta başladım futbol oynamaya... Taş, ezilmiş kola kutusu, balon diye tabir edilen plastik top, 3 katlı kames, futbol topu (dikişli, dikişsiz, mikasa, fevernova, total 90) vs. hepsiyle oynamışlığım vardır.

Hatta bu tutkumu bilen eski sevgililerden birinin aldığı Nike Total 90 hala evde baş köşededir.

Zaten sokaklarda büyüyen, mahalle maçı kavramının ne olduğunu bilen kuşakların son temsilcisi olduğumuzu düşünürsek futbolun bizim kuşaktaki yeri tartışılamaz.

Hasta olsam bile maç denildi mi kadrodaki yerimi hep alırdım. Hayatım boyunca geri çevirdiğim maç sayısı bir elin parmaklarının sayısının yarısından bir fazlasını geçmez. Hesaplamakla uğraşmayın bence... Sonuçta demek istediğimi anladınız.

Futbolcu olmak içimde kalan bir uktedir her zaman ve hep de öyle olacak. İlkokulda Taner Hoca, babamı çağırıp "Poyraz'a lisans çıkaracağım." dediğinde dünyalar benim olmuştu; ta ki annemin (tam burada yüzümü buruşturup sesimi incelterek anne taklidi yaptığımı düşünün) "Olmaz anadolu lisesi sınavları var." dediği ana kadar...

Sevincim, golü attığı dakika içerisinde kendi kalesinde gol gören takımın sevinci kadar kısa sürmüştü ne yazık ki...

İlkokul 5'te herkese takdir teşekkür dağıtarak hakkımı yediğini düşündüğüm ilkokul hocasına herkesin önünde bağırıp çağıran bir velet olan ben, annemin ve onu onaylayan babamın aldıkları karar karşısında tek kelime edememiştim.

Mahalle maçlarının, evdeki koridor maçlarının, salon maçlarının, halı saha maçlarının, sınıf turnuvalarının, okul turnuvalarının hiçbiri beni tatmin etmedi, etmeyecek de... Bu aşikar...

İçimde her zaman olacak olan tatmin edilmemiş bu futbol tutkusu bende başka duygulara sebep oluyor.

Şimdiki aileler çocuklarını ellerinden tutup götürüyorlar futbol okuluna... Bir umut belki sporcu olur diye... Her ne kadar bu durum başka tartışma konusu olsa da o çocukları kıskanıyorum. Bunu hiçbir şekilde inkar edemem.

Keşke benim ailem riske girmemek için topu taca atan defans oyuncusu gibi davranmasaydı. Topu kontrol edip şöyle bir oyuna baksalardı. Şayet dediğim gibi davranmış olsalardı bugün bu hayalimi gerçekleştirmiş olurdum.

Kusura bakmayın ama bu konuda mütevazi davranmayacağım. Bugün en sık duyduğumuz klişedir "Ben futbolcu olsaydım şundan daha iyi oynardım." lafı... Ama bu konuda hep kendime güvendim. Her şeyi geçtim sırf bu aşırı isteğim bile beni orta sınıf bir futbolcu yapardı. Bugün örneklerini görüyoruz zaten.

Her ne kadar annem şu anda, gole giden adamı düşürmeyen defans oyuncusu pişmanlığını yaşasa da iş işten çoktan geçti. Anneme fair play ödülü vererek yazıya devam ediyorum.

Az önce bahsettiğim kıskançlık duygusunun yanında ortaya çıkan diğer bir duygu da öfke... Yok yok, aileme karşı değil. Şike olaylarından bahsediyorum.

2 hafta önceki halı saha maçında uzun süredir fark yediğimiz takımı yendik. Sağ dizim feci ağrıyordu maçtan sonra. Ayağımın üzerine basamıyordum. Nitekim söylediğim şey "Kazandık, yemişim dizimi." olmuştu. Şimdi ben oynamak için para almıyorum, üzerine bir de para veriyorum.

Ama diğer tarafta benim hayalimi yaşayan, normal bir işte çalışıp kıçlarını yırtsalar dahi hayatları boyunca kazanamayacakları paradan fazlasını 1 yılda kazanmalarına rağmen bu paranın 10'da 1'i için şike yapan alt basamak yaşam formları var. Ben bunu anlamıyorum arkadaş. Ve bunu kimse de bana anlatamaz.

Tuttuğun takımın maçını izlerken, kritik bir anda gol kaçıran futbolcuya kendini tutamayıp küfredersin ya hani; işte ben bu heriflere o küfürlerden çok daha ağırlarını ediyorum.

Benim hayalimi dürüst bir şekilde yaşamadıkları için, kendilerine verilen fırsatı ellerine yüzlerine bulaştırdıkları için, hiç değilse izleyerek keyif aldığım bir şeyin içine sıçtıkları için küfrediyorum bu adamlara...

Ve benim adalet anlayışımda bu heriflerin cezası müebbet hapistir... Söyleyeceklerim bu kadar hakim bey...

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Şehitler Ölmez, Vatan Bölünmez...

Açıkçası siyasi yazı yazmaktan zerre haz etmiyorum. Bu tarz konuları konuşmak bile yoruyor artık beni... "Özal dönemi çocuğuyum, apolitiğim ben." deyip geçiştirmek en kolay yolu aslında...

Ama bu tarz olaylar hakkında o kadar çok laf söyleniyor ki insan bir şeyler söylemeden duramıyor. N.ş.a'da bu durum umrumda da olmaz; ama söylenen lafların çoğu boş... Üstelik eğlenme amaçlı gittikleri uluslararası adı altındaki bir konserde sahneye çıkan Kürt bir sanatçıyı protesto ederek mantık sınırlarını zorlayan alt basamak yaşam formları var. Ve üstelik ağızlarından çıkan cümle de: "Şehitlerin kanı soğumadı daha." ...

İşte bu yüzden bir iki kelam etmek istiyorum.

Van Başkale İlçe Jandarma'nın ana girişinde hemen sağda bir tablo yer alır. Bu tabloda bugüne kadar Başkale'de şehit düşen askerlerin resimleri, isimleri, ne zaman ve nerede öldükleri yazar. 5 ay boyunca o tabloyla birçok kez karşılaştım. Ama oradan bir isim sorsanız hatırlamam. Üstelik hafızam ciddi anlamda güçlüdür. Bu bile aslında bir şeyleri anlatmaya yetiyor ya, neyse...

Bugün 3 isim daha o tabloya adını yazdırmak için bekliyor tabutlarında. Cümlenin başı sanki Hollywood'daki o Şöhretler Kaldırımı'na adları yazılacakmış gibi dursa da sonu o şekilde bitmiyor.

Aslında kurduğum şu ironik cümle bu ülkede ne yazık ki gerçek olan cümle... O tabloda yer almak şan, şereftir... İşte bu ülkede aşılanan duygu bu... Bir şeylerin farkına varmadığımız sürece de bu böyle gidecek. Ölmüş çocuklarının acısını haykırırken diğer oğlumu da alın zihniyeti bitmediği sürece o tabloya yeni isimler eklenecek.

İşin en acısı da Hollywood'daki o kaldırımdan birinin ismini sorduğunuzda cevap verebilirim; ama o tablodan birinin adını söyleyemem. Üstelik her ne kadar yaptığım iş icabıyla orada ismi yazanlar kadar ölme riski taşımamış olsam da ölme riskim yani o tabloda ismimin yer alma ihtimali vardı. Buna rağmen bir isim bile hatırlayamamam gerçekten çok acı ve bu durum benim duyarsız oluşumla ilgili değil kesinlikle...

Ben bu ülkeye karşı umudunu erken kaybedenlerdenim. Ben daha ortaokulda "Bu ülkeden bir bok olmaz." dediğinde hocası tarafından notu kırılan bir velettim... Hocanın bu davranışı, kurduğum cümlenin havada asılı kalmamasını da sağlamıştı.

Ben askere giderken de bu ülkeyle ilgili en ufak bir umut taşımıyordum. Şayet o ufak umudu taşıyanlar da onu bırakıp bitiriyorlardı askerliklerini...

Orada kaldığım 5 aylık süre zaten az çok tahmin ettiğim şeyleri onaylama fırsatı oldu benim için.. Öyle çok kritik bir görevim yoktu belki ama az çok gözlem yapma yetisine sahip olduğumdan bugün kendimde ahkam kesme hakkını buluyorum.

Gördüklerimi, duyduklarımı öyle çok matah şeyler olmasa da anlatma niyetinde değilim. Bunları sadece dost meclislerinde yeri geldiğinde ya da bi' boktan haberi olmadan boş boş konuşanların ağzını kapatmak için konuşuyorum...

Ama tek söyleyeceğim şey: Orada ölenler, birilerinin ölmesi gerektiği için ölüyor. Birileri istediği için... Bu çok net...

Askerde size bir iş verirler ve onu yaparsınız. Çoğu zaman sadece yapmak için yaparsınız. Neyi niçin yaptığınızı bilmeden yaparsınız. Bu her şey için böyledir. Bu ölürken de böyledir.

Neden öldüğünüzü bilmezsiniz. Size "Bu ülke için." derler ama gözünüzün içine baka baka yalan söylerler. Bu yüzden şehit gibi süslenmiş laflar benim için hiçbir şeyi değiştirmiyor artık...

Bu ülkede 30 yılda 30.000 kişi şehit düştü... Şehitler ölse de ölmese de bu vatan bölünmüyor. Bu vatan bölünecekse, birileri istediği zaman bölünür. Bu ülkedeki bütün insanlar ölse de bölünür.

İstediğiniz kadar saçmaladığımı söyleyebilirsiniz. Ama zerre umrumda olmayacak.

Çünkü oradaki ilişkiler tamamen çıkar üzerine kurulu. Ve böyle bir ortamda kimse beni, ölenlerin vatan için öldüğüne inandıramaz.

Bu söylediklerim sadece askerlerin ölümlerini kapsamıyor. Bize karşı taraf olarak lanse edileni de kapsıyor. Evet pusu kurmak vs. bunlar bana basit bir bilgisayar oyunu oynarken bile adice geliyor; ama karşı taraf için ölenler de ne için öldüklerini bilmiyor.

Orada nöbet tuttuğumuz yerdeki çitlerin arkasında çocuklar oyun oynardı. Köpek bağlasan durmayacak bir yerde o çocuklar yaşama savaşı veriyor. Oyun oynayabildikleri tek şey bir dal parçasıyla kazdıkları çukurdan çıkan kum...

Dertleri ayrı bir ülke kurmak falan da değil. Amına koyayım o insanlar bilmiyorlar mı lan ayrı bir ülke kurulsa durumlarının değişmeyeceğini? Biliyorlar.

Veletken taraflı anlatılan tarih derslerinde Osmanlı İmparatorluğu ilgimi çekerdi hep... İnanılmaz büyük, sürekli genişleyen bir imparatorluk...

Sonra sınır denen şeyin ne kadar saçma olduğunu düşünmeye başladım. "Ulen siktiğimin çizgisi 5 metre içerde olsa ne olur olmasa ne olur amına koyayım?" demeye başladım zamanla... Nöbet tutarken de aynı şeyi söylüyordum.

Din, sınır, ülke, bayrak, dil, ten rengi vs. hepsi para ve güç için... 3-5 kişinin cebi dolacak, iktidar sahibi olacak diye bütün bu olanlar...

Sonu baştan belli olan bir oyun için bütün bu hile hurda o kadar saçma geliyor ki bana... Anlam veremiyorum. Anlam vermeye çalıştıkça da yoruluyorum.

Kısacası orada ölenlerin bedenleri, sağlanan çıkarların üzerini; orada ölenlerin bedenlerinin üzerini de toprak kaplıyor...

Ve ne yazık ki ölenler öldükleriyle kalıyor...

Şu sakız reklamındaki diyalogla yazının sonuna geldiğimi belirteyim:

+ Bu komşuda da sakız ağaçları ne güzel olmuş.

- Toprak aynı toprak, hava aynı hava be Kostas.

Ünlü faşist yazar ve düşünür Yılmaz Özdil'in yazısını paylaşan kişi moduyla da yazıyı bitireyim:

Anlayana...

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Fenerbahçe Ve Şike...

İmza: Galatasaraylıyım...

Bu uyarıyı önce yaptım ki yazıyı ona göre okuyun. Bu uyarıdan sonra söylemek istediğim birkaç şey daha var.

Öncelikle belirtmek isterim ki Fenerbahçe taraftarının bir şeyine uyuz oluyorum: "Sürekli biz renklere aşığız, kupalara değil." deyip deyip duruyorlar. Ulen biz malzemeciye mi aşığız amına koduklarım?

Bu son derece holigan girişten sonra biraz daha yumuşayarak devam etmek istiyorum yazıya...

Çok sevdiğim bir dostumun -her ne kadar görüşmüyor olsak da- bir yazısını okudum.

"Başkalarının lekelerini bana emsal göstermeyin." diyordu kısaca... Ama bunu derken örnek gösterdiği cümle öyle bir cümle ki bir yarasını gizlemeye çalışmış gibi geldi bana... Evet birçok Fenerbahçeli vakt-i zamanındaki 8-0'lık Ankaragücü maçını örnek gösteriyor. O sene Ankaragücü her ne kadar kova takım durumunda olsa da bir Galatasaraylı olarak bunu kabul ediyorum. Ama kurduğu cümlede verdiği örneklerden birini yaklaşık 30 milyon Fenerbahçe taraftarı arasından sadece 3-5 kişi örnek verir ki nitekim o da onlardan biri... Sırf o örnekten dolayı "Onlar da yaptı kabak bize patladı; ama yine de bunu örnek göstermeyin." yakarışı varmış gibi geldi bana...

Kendisine buradan selamlarımı göndererek konuya giriş yapıyorum ufaktan...

Aklıma gelmişken bir şey daha söylemek istiyorum: Bu şike haberlerini verirken Ntv Spor, Ümit Karan için ısrarla eski Galatasaraylı futbolcu deyip deyip durdu. Bunun bilerek, isteyerek ve taraf tutmak amaçlı yapıldığı çok açık... Bunu da belirtmeden geçmek istemedim...

Neyse geçen hafta uyuyorken kardeşim tarafından şiddet içerikli bir şekilde uyandırıldım. Televizyona baktığımda şike operasyonunun düğmesine basmış birileri...

Haberi görür görmez ve idrak eder etmez -ki bu çok kısa sürede gerçekleşti- ağzımdan çıkan söz öbeği şuydu: "İyi ki bu sene bir iddiamız yokmuş. Olsaydı biz de güme giderdik." oldu. Nitekim öyleydi de...

Şu durumda her ne kadar kabak Fenerbahçe'ye patlamış olsa da birçok takımın şike yaptığı zaten bildiğimiz bir şeydi... Takım ayırmaya etmeye gerek yok. Hiçbirimiz saf duygularla takımını destekleyen çocuklar değiliz artık!

Adam kayırmalarıyla meşhur ülkemizde futbol gibi ilgi gören ve büyük paraların döndüğü bir alanda kimse bana masum numarası yapmasın. Harcadığı enerjiye yazık olur.

Başlarda her Galatasaraylı gibi özellikle de bu sene geçirdiğimiz berbat sezondan sonra, bi' de üstüne Fenerbahçeliler'in kümede kal geyiklerinden sonra Fenerbahçe'nin küme düşmesini istiyordum. Ama yazılanları, çizilenleri ve hatta şu blogu yazarken çıkan kararı göz önünde bulundurunca amacın şike yapılıp yapılmaması olmadığını düşünen taraftayım...

Bu olaylar patlak verdiğinde "Aziz Yıldırım bir şekilde kıçını kurtarır, olan Fenerbahçe'ye olacak; siz hala "Aziz Yıldırım masumdur." diyorsunuz. Sizin kafanıza sıçayım ben!" diye bir tweet yazmıştım. Alınan kararlara bakınca durumun tam tersi olduğunu görüyoruz. Nitekim bu operasyonun amacı şike olsaydı gerçekten dediğim gibi bir sonuç olurdu. Durumun ters sonuçlanması operasyonun amacının şike olmadığını göstermektedir.

Amaç çok açık bir şekilde Aziz Yıldırım'ı -kendisini sevmediğimi de belirteyim- indirmekti. Kısacası "Futbolu şikeden temizleyeceğiz." diyerek yola çıkanlar, bu ağır abiler yerine kendi adamları olan ağır gibi görünmeyen ama diğerlerinden daha ağır olan başka abiler getirerek futbola siyaset karıştırma niyetindeler... Kaldı ki başlı başına pislik bir şey olan siyaset ile bi' bok temizlenmez.

Futbolu emelleri uğruna kullanacaklar.

Kısacası şikeyi meşrulaştıracaklar. Aldıkları karar da bu yönde zaten.

Evet, Fenerbahçe'nin düşmesini istemiyorum. Bir nevi vicdan meselesi... Ama bütün bu olanlar hatta Aziz Yıldırım'ın şu anda cezaevinde olması ortada şike olduğunun bir göstergesi...

Peki alınan karar Nisan'da çıkardıkları yasaya niye ters? Adı bu olaylara karışan kulüplerin dışındaki kulüplerin, kasalarına girecek parayı kaybetmemek adına, başkanının şike yapmasından dolayı içeride yatan Fenerbahçe'nin yanında yer almaları başlı başına bir şike değil mi zaten?

Tekrar söylüyorum: Ben Fenerbahçe'nin küme düşmesini istemiyorum. Ama olan olaylar daha doğrusu sergilenen oyun cidden komedi. Başlı başına safsata...

Başka planları olan abilerin "Minareyi çaldım, kılıfını da hazırladım." olayıdır bu gördüklerimiz.

Futbolu temizlik adı altında daha da kirletecekler.

Asıl örgütlenme yeni başlıyor beyler!

Ve evet, hiçbir şey ne yazık ki eskisi gibi olmayacak...

6 Temmuz 2011 Çarşamba

İş...

Saat çaldı gözlerini açtı. Saat kurmak eski bir alışkanlığıydı. İşi kabul ettiğinden beri gözleri, uykunun ne demek olduğunu unutmuştu. Buna rağmen saat kurma alışkanlığı gibi her gece uyuyor numarası yapıyordu.

Aslında geceleri de çalışabiliyordu. Ne zaman iş çıkacağı belli değildi. Yıllar geçmesine rağmen hala tam olarak alışamamıştı.

Yaptığı işle adı da çıkmıştı zaten. Herkes zalim gözüyle bakıyordu kendisine...

Bu düşüncelerle yataktan çıktı. Banyoya gitti. Ilık bir duş her zaman işe yarardı.

Kahvaltı etmeyi eskiden sevdiği için bu alışkanlığından asla vazgeçemiyordu. Her ne kadar eski tadı alamasa da güzel bir kahvaltı ve iyi demlenmiş sıcak bir çay gibisi yoktu.

Çay demlenirken posta kutusuna yöneldi. Gazeteleri ve iş planını aldı. İş planına bakmak yerine gazetelere şöyle bir göz atmayı tercih etti.

Spor sayfasından başlamak en iyisiydi onun için... 3. sayfa haberlerinden oldum olası nefret ediyordu. Asla okumazdı; nitekim yine okumayacaktı.

Kahvaltısını yapıp çayını içtikten sonra gazetenin tamamını gözden geçirdi. Fazla vakti yoktu.

Gazetelere baktıktan sonra iş planına baktı. İş planı bir çeşit listeydi. Varlıklarına el konulacak insanlar silsilesi... Her isim bir sürü küfür demekti. Yiyeceği küfürlerin ne kadar yaratıcı olacağı düşüncesiyle giyindi.

Dışarı çıktı. Güzel bir hava vardı ve ilk adrese doğru giderken tadını çıkarmaya kararlıydı.

Bu işi nasıl oldu da kabul etmişti. Her şey hayal meyaldi. O güne dair hiçbir şey hatırlamıyordu. Yüzyıllar geçmiş gibiydi...

İlk zamanlarını hatırladı. Gözyaşlarını tutamamıştı ilk görevinde... Karşısındaki adam bunu timsah gözyaşları olarak tanımlamıştı. İçi acımıştı resmen... O an işi bırakmayı bile düşünmüştü. Bir şekilde vazgeçirmişti iş arkadaşları... Birilerinin bu işi yapması gerektiğini söylemişlerdi ona...

İlk kez o gün küfretmişti patronuna... Patronu da biliyordu durumu... Ama bilmesi zerre umrunda değildi. Patronunun kendisini lanetlediğini, anlamadığını ve asla da anlamayacağını düşünüyordu. Aralarında soğuk savaş vardı.

Zamanla alışmıştı. Daha doğrusu alışmış görünmeye çalışıyordu.

Şu ana kadar kendisini anladığını düşündüğü tek kişi 9 yaşlarındaki bir oğlan çocuğuydu... Daha gözyaşlarını tutamadığı zamanlardı... Çocuk ona; üzülmemesini, sadece kendisine verilen görevi yaptığını, bu yüzden kendisini suçlamamasını söylemişti.

9 yaşında bunları söyleyen bir çocuğun umutlarını yok etmek düşüncesi onu delirtiyordu. Birçok ailenin onun yüzünden dünyası yıkılmıştı.

Bir keresinde de gittiği evlerden birinde 70'inin sonuna yaklaşmış bir kadınla karşılaşmıştı. Adam kendisine küfürler yağdırırken, kadın ona "Hayatı boyunca huysuz bir adamdı. Bakma sen ona, böyle olacağı uzun zamandır belliydi. İşini yapmaya devam et sen." demişti.

Kendisine küfürler yağdıran adama hak vermişti. Bu gibi durumlarda hak verdiği genelde kendisine küfür edenler oluyordu. Kendisini, onların yerine koyunca hak vermemek için zalim olmak gerekiyordu. Gerçi hak verse de zalimdi ya...

İnsanların varlıklarını, yıllarca biriktirdiklerini ellerinden almak kolay değildi. Ama yaptığı buydu...

Bu işin en pis yanı da daha önce bu durumdan kurtulanlara yaptığı 2. ziyaretlerdi... Bu iki ziyaret arasıdaki zaman dilimi insanlar için 2. şanstı... Bazıları bu şansı iyi kullanıyordu, bazıları ise bu şansın farkında bile değildi... Bazılarının ise bu şansı kullanacak kadar vakitleri bile olmuyordu.

Bu şansın farkında olmayanlara 2. ziyareti, belki de en acımasız olduğu zamanlardı. İşte bir tek o zamanlarda sadece işini yapıyordu hiç düşünmeden... İyi kullananlar ise gerçekten canını acıtıyordu. Fırsat bulamayanlar için ise kesinlikle bir tanımlamada bulunamıyordu.

Bu düşünceler eşliğinde ilk adrese gelmişti. Müstakil bir evdi. Daha vakti vardı. Evin etrafında şöyle bir dolanmak istedi. Yıkacağı yuvayı incelemek istiyordu. Böylece kendisinden daha kolay nefret edebilecekti.

Arka bahçede genç bir anne, oğluyla oyun oynuyordu. Onları izledi bir süre... Çok mutlu görünüyorlardı. Onları birazdan olacaklar konusunda uyarmak düşüncesinin aklına gelmesiyle yok olması çok kısa sürdü. İçinde bulundukları kısa süreli mutluluğun mümkün olduğunca uzun sürmesine izin vermek istedi.

Onlarla çok zaman sonra tekrar karşılaşacaktı. Bu karşılaşma, buraya gelirken kafasından geçen düşünceler arasındaki 2. şans'tan farklıydı...

Çocuğu seyrediyordu. Hayatı birazdan belki de hiç düzelmemek üzere değişecekti. Kadına baktı. Olacakları atlatacak gücü taşıyordu; ama bu gücü kullanabilecek miydi?

Kadınla çocuğu izleyen sadece kendisi değildi. Evin 2. katından onları izleyen adamı gördü. Kadınla göz göze geldiğinde hüzünlü bir gülümseme belirdi adamın yüzünde...

Adama, birazdan olacaklar için kızmaya başlamıştı. Adamın onlara bunu yapmaya hakkı olmadığını düşünüyordu.

Vakit gelmişti artık. Evin ön tarafına geçti. Birazdan beklediği o acı dolu silah sesi duyulacaktı. O sırada üst katta olması gerekiyordu. Çünkü onun adı Azrael'di ve her ne kadar nefret etse de işini yapmak zorundaydı...

Üst kata çıktı. Adamın karşısında duruyordu. Müdahale etmemek işinin tek kuralıydı. Adamla göz göze geldiler ve son derece duygusuz bir sesle "Vakit geldi?" dedi. Adam "Niye bu kadar geciktin?" diyerek karşılık verdi. Duymamazlıktan gelerek aynı duygusuzlukla "Hazır mısın?" dedi. Adam "Bütün hayatım boyunca her an hazırdım." dedi ve tetiği çekti.

Önce adamın bencilliğine küfretti. Sonra ruhunu bedeninden çıkardı ve serbest bıraktı. Birazdan ruhu teslim alacak kişi damlardı. Ne onunla ne de kadın ve çocukla karşılaşmak istemiyordu.

Evden çıktı ve bir sonraki adrese doğru yola koyuldu her zaman yaptığı gibi patronuna küfürler savurarak...

31 Mayıs 2011 Salı

Benim Oyum Dağdaki Çobanınkiyle Bir Mi?

Öncelikle söylemek isterim ki bu yazı şu ana kadar burada yazılmış ilk siyaset içerikli yazıdır. İlk olarak kalır mı bilemem.

Son derece apolitik bir insan evladıyımdır. Siyaset konuşmayı sevmem. Seveceğimi de sanmıyorum. Bütün bunları göz önünde bulundurarak bu yazının, oyunuzu buna veya şuna atın yazısı olmadığını anlayın.

Başlıktaki söz -sanırım 2 yıl önce kadar- ünlü düşünür Aysun Kayacı tarafından söylenmişti. O zaman herkes bi' ton laf etmişti. Bu gruba hatırladığım kadarıyla ben de dahildim...

Az çok bu lafı neden ettiğini ya da ne anlatmak istediğini hepimiz biliyoruz. Belki de bilmiyoruz. Önemli de değil zaten.

Ama ben bu sözü kendisinden ayrı bir şekilde ele alarak değerlendirmek istiyorum. Zira sözü başlı başına ele aldığımda doğruluk payının olduğunu düşünmekteyim.

Ve neden böyle düşündüğümü açıklayacağım. Bunu yaparken klişe olmuş şeyleri kullanacağım. Bazen bir şeyleri anlatmak için çok da karmaşık olmaya gerek olmadığını düşünmekteyim. Kaldı ki bu ülkede buna gerek de yok zaten.

R.T.E'nin ve kabinesindeki bakanların 8 yıllık süreçte az çok aklımda kalan sözlerini gözden geçirmek istiyorum.

  • Çiftçiye söylenmiş bir söz: "Ananı da al git."
  • Şehit olayları üzerine: "Askerlik yan gelip yatma yeri değil."
  • Üniversite mezunları için: "Her üniversite mezunu iş bulmak zorunda değil."
  • Madenciler için: "Ölmek madencilerin kaderinde var."
  • İş arayan ve çalışan kadınlar için: "Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek."
  • Tuzla'daki ölümler üzerine: "Yatıyoruz Tuzla, kalkıyoruz Tuzla."
  • Engelliler için: "Gözlerin görmüyor ama sana iş vermişiz."

Bunlar aklımda kalan sözler... Eminim ki arada unuttuklarım da vardır. Bi' de bu süreçte yaşanan vukuatlar var. Mesela sınav faciaları: Kpss, Ygs, Ales... İçki yasağı(Efes Pilsen Basketbol Takımı vs.), internet sansürü, parasız eğitim istedikleri için hala içeride yatan öğrenciler vs...

Edilen sözler, vukuatlar ve üzerine yapılan sıçtık üzerine sıvalayım kıvamındaki açıklamalar ortada...

Şimdi gelelim derdime...

R.T.E önderliğindeki hükümet yukarıdaki klişelerde de görüldüğü üzere gözümüzün içine baka baka bizimle dalga geçiyor. Dalga geçmekten ötesini yapıyor. (Burada o terimi kullanmak istemiyorum yazının ciddiyetinin kaybolmaması yüzünden. Bir küfür yeterli bu yazı için...) Yüzümüze tükürüyor. Üzülerek söylüyorum ama yaptığı açıkça budur...

Başlıkta geçen dağdaki çoban tanımlamasının, cahilliği simgelediğini düşünebiliriz. Dağdaki çoban cahilliği, imkansızlıktan doğan bir cahilliktir. Hiçbir şekilde aşağılama söz konusu olamaz benim açımdan. Nitekim o tür cahilliğe saygı duyarım. Ben bu tanımlamayı mecazi olarak ele almak istiyorum.

Bir başka ünlü düşünür Nihat Doğan'ın söylediği "Akp'ye oy vermeyen şerefsizdir." sözünü ve yukarıda verdiğim klişeleri göz önünde bulundurduğumda; asıl o klişelerde sözü geçen, kalın harflerle yazılmış gruba dahil olan ya da çevresinde o gruba dahil olanların bulunduğu insanlar kalkıp bu hükümete oy verirlerse...

Bu cümleyi tamamlayarak yazıyı, Yılmaz Özdil seviyesine çekmek istemiyorum. Bu şekilde düşündüğüm için bile kızıyorum kendime...

Ne demek istediğim muhakkak anlaşılmıştır. Ama ben daha açık söylemek istiyorum.

Çiftçi olup; şehit düşen bir oğlu olup ya da askerliğini gerek 15 ay gerekse 5 ay yapmış olup ya da hayatı boyunca asker olup; üniversite mezunu ve işsiz olup; madenci olup; iş arayan ya da çalışan bir kadın olup; Tuzla'da işçi ya da yakınını kaybeden biri olup; engelli olup; kpss, ygs ve ales'e girmiş olup; Efes Pilsen Basketbol Takımı'nın taraftarı olup ya da bu kişilerle bir yakınlığı olup da oyunu Akp'ye atan kişiler benim için dağdaki çobandan daha vahim bir durumdadır. Nitekim en ufak bir saygım bile yoktur kendilerine...

İstatistiksel veriler
e falan da hiç gerek yok. Durum dediğim gibi olsaydı yani bu insanların bırakın çevrelerini kendilerine en ufak bir saygıları olsaydı eğer, bu hükmetin değil iktidar olmak meclise girme gibi bir durumu bile yoktu. Nitekim öyle olmayacak ve hepimizin düşündüğü üzere kendileriyle dalga geçildiğini göre göre, insan yerine konulmadıklarını bile bile bu insanlar yine oy verecekler ve bu hükümeti tekrar iktidara getirecekler.

İşte bu yüzden dağdaki çobandan daha vahim gördüğüm ve en ufak saygım bile olmayan bu insanlarla benim oyum bir değil. Bu insanlarla aynı seçime de girmeyeceğim.

Tekrar söylüyorum: Bu oyunuzu şuna atın buna atın yazısı değildir; bu, sizi insan yerine koymayan, gözünüzün içine baka baka sizle dalga geçen hatta yüzünüze tükürüp "Ya rabbi şükür!" demenizi bekleyen yaşam formlarına tepkinizi göstererek kendinize olan saygınızı kanıtlayın yazısıdır.

Çevremdeki insanlardan da bana; "Kullanmadığın bir oy onlara yarayacak.", "Bizi düşünmüyorsan çocuklarımızın geleceğini düşün.", "Bari şuna at da oyun bir işe yarasın." safsatalarıyla gelip, üzerimde mahalle baskısı oluşturmamalarını rica ediyorum. Zira kendilerine bile saygısı olmayan insanlarla dolu bu ülkede, sizin yapacağınız çocukların geleceğini düşünmek gibi bir saygıyı beklemeyin benden...

Akp'ye de buradan yeni bir slogan önerisi: "Oy beklediğimiz seçmenin yüzüne tükürdük, yine de iktidar olduk. Hayaldi gerçek oldu."

Telif falan istemiyorum.

Bu yazıyı sabaha karşı yazıp, sonra üzerinden tekrar geçerim düşüncesiyle kaydetmiştim. Düzeltmelerden sonra yayınlayacaktım ki bugün aldığımız, Akp'nin Artvin'deki mitingi sırasında Hes'i protesto eden Emekli Öğretmen Metin Lokumcu'nun, polis tarafından öldürülmesi haberi üstüne tuz biber oldu.

Kendilerini protesto eden herkesi ortadan kaldırma düşüncesi yeteri kadar tüyler ürpertici bir durum..

Doğal haklar
ı olan parasız eğitimi istedikleri için hala hapiste yatan iki öğrenci: Berna Yılmaz ve Ferhat tüzer... Şimdi de Hes'i protesto etmek isteyen ve öldürülen bir öğretmen: Metin Lokumcu... Yukarıdaki gruplara öğretmenleri de dahil ediyorum artık!

Ve bir klişeden daha bahsetmek istiyorum. Bir düşman olarak gördüğümüz Yunanistan'da polis tarafından öldürülen 16 yaşındaki Alexandros Grigoropoulos için bütün Yunanistan sokağa dökülmüştü. İç savaş çıkmıştı. Sonuçta o polis, müebbet hapis ile cezalandırıldı. Alex'i geri getirmeyecek belki ama o polis, yediği haltla hayatı boyunca yüzleşmek zorunda kalacak. Bakalım biz, Yunan Halkı gibi olacabilecek miyiz?

Hiç sanmıyorum... İleri demokrasi terör örgütü olarak tanımladığım bu hükümet hiçbir şey olmamış gibi bu olayla da dalga geçtikten sonra bir 4 yıl daha başımızda olacaktır...