20 Ekim 2010 Çarşamba

Carpe Diem...

Genç bir çift sevişmeye başlar. Bu sırada yatağın yanında duran komodinin üzerindeki yarısı boş su bardağı titremeye başlar. Sevişme ilerledikçe bardak yavaş yavaş komodinin kenarına doğru hareket eder. Sevişme bittiği an bardak komodinin ucunda düşecek gibi sallantıda durur.

Bu sırada spermler yumurtaya doğru ilerlemeye başlar ve bir tanesi yumurtayı döller. Bu sırada bardak düşmeye başlar.

Döllenen yumurta embriyoya dönüşür ve gelişim başlar. Bununla birlikte kadının karnı da büyümektedir. Zorlu bir dokuz ay sonra doğum zamanı gelir; adam karısını hastaneye götürür. Doğum geçekleşir. Kısa bir süre sonra kadın oğlunu kucaklar ve emzirir.

Çocuk büyüme işlemine başlamıştır. Önce emeklemeyi, kısa süre sonra da yürümeyi öğrenir. Bir süre sonra da konuşmayı... İlk sözcüğü babadır...

6 yaşında anaokuluna başlar; bir sene sonra da ilköğretime... Son derece başarılı geçen sekiz sene öğrencilikten sonra kazandığı liseye başlar...

Ergenlik, sivilce gibi sorunlardan dolayı ufak da olsa tökezleyeceği ve hayatı sorgulamaya başlayacağı döneme "Hoşgeldin." der... Bu yıllarda ilk kez aşık olur. Ayrıca ilk kavgasını da yaşar... Anılarla dolu lise hayatının sonlarında sıkı bir çalışmadan sonra ailesinden uzakta başka bir şehirde iyi bir üniversiteyi kazanır...

Liseye göre çok daha iyi bir öğrencilik hayatı geçirir ve iyi bir dereceyle okulu bitirir. Hemen ardından hiç beklemeden askere gider...

Önce güzel bir uğurlama ve ardından ortalamaya göre rahat bir askerlik sürecinden sonra hiç beklemeden iş hayatına atılır. Kariyerinde yükselişi hızlı olur. Sosyal bir hayatı olması nedeniyle evleneceği kadınla tanışması uzun sürmez. Tanıştıktan sonra çok da uzun sayılmayacak bir süre sonra evlenir...

Hayatında her şeyin ufak tefek sorunlar dışında düzenli ve güzel şekilde gittiği anda annesini ve babasını trafik kazasında kaybeder...

Birkaç yıllık bocalama sürecinden çıkması, karısının hamilelik haberiyle olur... Zorlu geçen bir yedi aydan sonra erken doğumla bir oğlu olur. Kısa bir süre sonra karısı tekrar hamile kalır. İlkine göre daha kolay geçen bir süreçten sonra kızı olur...

Çocuklarına iyi bir hayat sunacağı açıktır. Kariyerindeki hızlı yükseliş kendisine birkaç ev, araba ve iyi bir banka hesabı sağlamıştır.

Yıllar sonra kendi annesi ve babası gibi o da çocuklarının üniversite mezunu olduklarını görür. Oğlunun askerden dönüşüyle birlikte önce kızını, birkaç yıl sonra da oğlunu evlendirir.

Yıllar süren sıkı bir çalışmanın ardından emekli olarak karısıyla birlikte hayatın tadını çıkarma kararı aldığında karısı kansere yakalanır. Onun eriyişine tanık olduğu berbat bir dört yıldan sonra karısını toprağa verir...

Girdiği travmayı çok yakın üç arkadaşıyla seyahat ederek atlatmaya çalışır. Bu sırada kızından iki erkek, oğlundan da iki kız bir erkek torunu olur.

Ziyaretine gelen çocukları, gelini, damadı ve torunları dışında vaktinin çoğunu arkadaşlarıyla geçiren yaşlı bir adamdır. Ama arkadaşları, kendisi kadar hayata direnç gösteremezler ve çok da uzun olmayan aralıklarla bu çok yakın üç arkadaşını kaybeder.

Artık sadece ailesi kalmıştır. Onlar tarafından gerçekleştirilen ve aralarındaki süre giderek artan ziyaretler dışında, anılarla dolu olan, aldığı ilk evde tek başına ölümü beklemektedir...

Bir gün öğlen saatlerinde bahçesinde sandalyede otururken nefes almakta zorluk çekmeye başlar. Yanındaki ilaçlara uzanmaya çalışır; ama yetişemez. Kafası önce geriye doğru gider, son nefesini verirken gözleri iyice açılır... Son gördüğü şey açık, masmavi gökyüzüdür... Sonra kafası öne doğru düşer...

Tam bu sırada da bardak düşüşünü tamamlayıp kırılır...

12 Ekim 2010 Salı

Vicdanım Kesinlikle Rahat; Ama Beni Rahatsız Eden, Bir Vicdanımın Olması...

Nereden nasıl başlasam diye düşünüyorum... İşin içinden çıkamayacağımı anladığım için de uçuşan düşünceleri geldiği gibi yazayım diyorum.

Birkaç gündür güne benim için erken sayılabilecek bir saatte ve güzel bir şekilde başlıyorum. Her an en ufak bir şeyin bu güzelliğini de bozacağını bildiğimden ne haber izliyorum, ne gazete okuyorum ne de Twitter'da her yazılanı okuyorum. Zaten birkaç uğraşım da olduğu için de bunlardan kaçabilmem kolay oluyor.

Şimdi diyeceksiniz ki "Ne olacak lan, olan bitenden? Bak dalgana." Bunu yapabilen bir insan olsaydım şu durumda olmazdım sanırım.

Beni bu yazıyı yazmaya iten birçok şey var aslında. Karamsarlığımdan tutun da oturduğum yerden ahkam kesen olduğuma kadar eleştiriler alıyorum etrafımdakilerden. Kaldı ki bunları ben de biliyorum zaten. "Ulen takip etmeyin, okumayın o zaman." deyip kestirip atabilirim. Ama her ne kadar insanların ne düşündüğü umrumda olmasa da -aslında bazılarının önemli- bir şekilde açıklama yapmak istedim. Açıklama yapmaktan ziyade bir sürü birbirinden alakasız konuyu aktarmak. Bunu da yapma nedenim, açıklamadan ziyade bana bu eleştirileri yapan insanları anlamamamdır.

Aslında şu anda garip bir ruh hali içerisindeyim. Ne mutlu ne de mutsuz... Mutlu olmam gibi görünüyorken genele baktığımda bundan çekinen bir durumdayım. Neyse güzel başladığım bugün şu malum kedi olayıyla kötü bir şekilde bitmek üzere...

Çok sık kullandığım bir aforizma vardır: "L'enfer c'est les autres." (Cehennem başkalarıdır.) der Jean-Paul Sartre... Bu laftan ne çıkarırsınız edersiniz bilmiyorum; ama benim çıkardığım şey, her gün gözlerimi açtığım yerin bir cehennem olduğudur...

Kim ne derse desin, ne sıfat yakıştırırsa yakıştırsın benim için bu durumu kimse değiştiremez. Ancak çok bahsedilen tanrı denen varlık yapabilir ki ona da inancımı kaybedeli çok uzun zaman oldu...

Anlamadığım, etrafında olup bitenlere rağmen hala insanların, tanrı, cennet, cehennem gibi kavramları tartışması ve bunlara inanması. Zaten inanç denen şeyin hep zayıflıktan, zor anında bir şeylere sığınma isteğinden oluştuğunu düşünmüşümdür. Cennet ve cehennem kavramının ise adalet arayışında olanların züğürt tesellisinden başka bir şey olmadığını düşünmekteyim. Şu anda cehennemde yaşıyoruz zaten. İnsanlar bunun nasıl farkına varamaz ki?

Yediğimiz, içtiğimiz, sıçtığımız, acı çektiğimiz, zevk aldığımız, hata yaptığımız ve bu hataların cezasını çektiğimiz yer burası; dünya dediğimiz yer... Bu dünyada doğuyoruz ve bu dünyada ölüyoruz. Durum böyleyken nasıl burada yaşadıklarımızı cennet ve cehennem kavramıyla göz ardı edebiliriz ki?

Özellikle de ben insan olarak yaşamaya çalışırken, kendini bilmez bir yaşam formuyla nasıl aynı kefeye konulabilirim? Benim güzel başlayan bir günümün içine sıçmaya ne hakkı var? Eğer bunu yapıyorsa ben, cezasını çektiğini burada görmek isterim.

"Linç edelim, öldürelim." demiyorum. İçimde bunu isteyen bir başkası var, evet! Ama mümkün olduğunca kontrol altında tutmaya çalıştığım bir başkası...

Tek istediğim bir şekilde cezasını çektiğini görmek. Ben nasıl bazı duygularımı bastırmak için götümü yırtıyorsam, bunu yapamayan veya yapmayan insanların da cezalarını çekmesini görmek de hakkımdır... O adam cehenneme gidecek, bense kendi değer yargılarımla yaşayabildiğimden inanma gereği duymadığım için cehenneme gideceğim. Eğer durum böyleyse şimdiden ayırtın yerimi. Şu saatten sonra sikseler de inanmam. Sadece bu yaşam formlarının cezalarını çekmelerini istiyorum. İster çok savunduğunuz ve benim zerre kadar inanmadığım ilahi adalet olur ister hukuk sistemiyle olur... Nasıl yaparsınız bilmem ama bir şekilde yapın.

Eğer bir şeyler cezasız kalıyorsa, canı yananlar bir şekilde kendi adalet arayışlarını gerçekleştireceklerdir böyle giderse. İşte o zaman işin içinden çıkamayacaksınız... Bakalım o 300 liraya saldıkları yaşam formunu nasıl koruyacaklar? Cidden çok merak ediyorum...

Bu, bugünlük bir olaydı... Bu olayları çoğaltabiliriz. Siirt'teki, Mardin'deki tecavüz olayları ve iyi halden serbest bırakılan başka yaşam formları, kendileriyle resmen dalga geçen kişileri hala destekleyen, evrim piramitinin en üst basamağında yer almamızı sağlayan beyin denen kıvrımlı organını kullanmaktan aciz başka yaşam formları vs... Yaşadığım ülkeden yola çıkarak dünya geneline baktığımızda da bu örnekler çoğaltılabilir.

Vicdanım kesinlikle rahat; ama beni rahatsız eden, bir vicdanımın olması. Hal böyleyken, bu şekildeyken ben dalgama bakamıyorum arkadaş... Bakmayı isterdim. Ama yapamıyorum ve sırf bu yüzden karamsar damgası yiyeceksem zerre umrumda olmaz. İyimser olmak için tek bir neden bile yokken ortada ve olmayacağını da bildiğim halde ne bokuma umut taşıyayım ki?

Hea, oturduğun yerden ahkam kesme kısmına zaten katılıyorum sonuna kadar ve beni rahatsız eden bir konu ayrıca... Ama hiçbir şey yazmasam da kafayı yiyeceğimi biliyorum. Yani bir şeyleri eleştirmekten ziyade kendimi rahatlatmak için yazıyorum. Bu da benim bencilliğim olsun... O kadar da idare edin...

5 Ekim 2010 Salı

Live Forever...

Gözlerimi açtım. Saatin kaç olduğunu bilmiyordum; ama tahminimce yine öğlen vaktiydi her gözlerimi açtığım gün gibi. Bir gün gözlerimi açmamayı dilemek ve hayata küfretmek gibi rutin birkaç işten sonra yataktan kalkarken bilgisayarın düğmesine bastım. Bu sırada telefona baktım. Her zamanki gibi arayan soran yoktu. Şaşırmamıştım. Telefonu bırakırken çekmediğini fark ettim. Şebekeye küfrettim. Saati de durmuştu. Sabaha karşı uyuduğum vakti gösteriyordu hala... Telefondan yana da şansım yoktu ki askerdeki telefonu kullanmaktaydım... Bu sırada bilgisayardan da tepki yoktu. Canının çalışmak istemediği günlerdendi sanırım...

Bir küfür de ona ettikten sonra günün ilk çişini yapmak ve elimi yüzümü yıkamak için banyoya gittim. Soğuk sudan nefret ettiğim mevsim başlamıştı. Neyse ki yine de katlanılabilir durumdaydı. Hem erkek adam soğuk sudan mı korkarmış? Sikeyim yargılarınızı da erkekliğinizi de.

Aynada kendime baktım. 10'dan geriye doğru saymaya başladım ve 4'te kaldım. En azından 6'dan 4'e bir ilerleme kaydedebilmişim. Ama kendisine tahammülü 6 saniye olan bir insan nasıl hala nefes alabiliyordu anlayabilmiş değildim. Sanırım uzun bir süre daha anlayamayacağım da...

Banyodan çıktım. Evi dolaştıktan sonra kimsenin olmadığını ve herkesin bir yerlere dağıldığını gördüm. Bu gibi durumlarda kahvaltı hazırlamak dünyanın en zor işiydi. Nedense yalnız olunca kahvaltı yapasım da olmuyordu; ama aç karnına sigara içmeme konusunda kararlıydım. Zaten hayatımda sürdürebildiğim tek şey buydu.

Kettle'a su koydum. Güne yine çay yerine kahve ile başlayacaktım. Her şeyiyle boktan bir gün olacağı belliydi. Kahvaltılık malzemeleri çıkardıktan sonra televizyonu açmak için yöneldim. Biraz müzik her zaman iyi gelirdi. Televizyonda cızırtıdan başka bir şey yoktu. Uyduda sorun vardı. Kutup ayısını arayan bahtsız bedevi gibiydim resmen... En iyi yaptığım şeyi yaptım: Küfrettim.

Su ısınmıştı. Bir iki lokma bir şeyler yedikten sonra üzerine bir sigara yaktım. Günün en sevdiğim aktivitesiydi... Telefon çekmiyor, internet yok, uydu çalışmıyor, saatler durmuş... Havanın güneşli olduğu son zamanları kaçırmamak en iyisiydi galiba. Hem biraz yürür sonra da arkadaşa uğrardım.

Bir duş alıp, giyindikten sonra dışarı çıktım. Her zamanki yola yöneldim ki okulun önünde hiçbir velinin beklemediğini fark ettim. Onu geçtim okulda da bir hareketlilik yoktu. Dersteler miydi acaba? Okulun bahçesine girdim. Kimse yoktu. İçimde bir şeyler sınıflara bakmam konusunda beni dürtüyordu. Hislerimin peşinden koştum. Koridorda ses seda yoktu. Giriş kattaki sınıflardan birine girdim. Kimse yoktu. Bugün günlerden neydi ki? Tatil değildi; olamazdı da... Çünkü; sanki ders varmış gibi sıraların üzerinde defterler ve kitaplar vardı; sıralarda da çantalar... Sanki acil bir durum olmuş da okulu boşaltmışlar gibiydi. İyi de nereye boşalttılar?

Sinirlerimin gerilmeye başladığını hissettim. Girdiğim kapıdan değil arka kapıdan caddeye çıktım. Kapı her zaman ki gibi kapalıydı. Üst geçiti kullandım. Her zaman vızır vızır olan cadde boştu. Hızla yürümeye başladm. Sinirin yanında merak duygusu da kıpırdanmaya başlamıştı çoktan...

Bu gibi durumlarda elim ister istemez sigaraya gidiyordu ve nitekim de öyle oldu. Yürümeye devam ettim. Bankamatiğin önünde bir araba gördüm; pencereleri açıktı. Sahibi para çekmek için inmişti. Bu barizdi de adam neredeydi? Yürümeye devam ettim; Eğitim Fakültesinin önünde de kimse yoktu. Durakta otobüs vardı. İlk işim binmek oldu. Ama boştu. "Kaptan arka kapı." dedim. Artık bu espri, gergin zamanlarda çıkan esprilerden biri miydi; yoksa içinde bulunduğum terk edilmişlik, yalnızlık ve özgürlük düşüncesinin verdiği keyifle çıkan bir espri miydi bilemedim...

İnip yürümeye devam ettim. Marketi gördüm. Kapıları açıktı. Cebimdeki sigara ne kadar yeterdi bu duruma çözemediğimden bir tane almak mantıklı olacaktı. Markete girdim; tabi ki de kimse yoktu. Tezgahın arkasına geçip bir tane aldım. Sahibi sevmediğim bir lavuktu. Bunu yapmak kendimi bir an için iyi hissettirmişti ki varlığından rahatsız olduğum vicdanım sesini yükseltmeye başlamıştı. Parayı tezgahın üzerine bıraktığımda gözüm açık olan televizyona ilişti. Karıncalı görüntüden başka bir şey yoktu. Bilgisayara da baktım belki diye; ama internet yoktu... Aksini beklemiyordum zaten.

Bu kadar insan nereye gitmişti? İzlediğim filmler teker teker gözümün önüne gelmeye başladı. Uzaylılar düşüncesi aklıma geldi ilk olarak... Hayır, bir tek beni bırakmışlarsa eğer, cidden kırılırdım kendilerine... Bir süreliğine geriye ittiğim bir düşünce olarak kaldı. Sonra felaket filmleri geldi aklıma. Herkes ölmüşse, ben niye nefes alıyordum? Eğer bir tanrı varsa listenin başında gelmem gerekmiyor muydu? Acaba ceza mı çekiyordum? Bu düşünceleri de eledikten sonra yine bir felaket senaryosu geldi aklıma... Bu gibi durumlarda genelde insanlar şehir merkezinde toplanırlardı. İyi de ne gibi bir durumdu lan bu? Hem bizim şehir merkezi deniz manzaralı; en ufak bir felakette direkt mezar olabilecek türden... Hem bu kadar insandan birinin bana haber vermeden bir yerde toplanmaya gideceğini de hiç sanmıyorum. En azından birkaç kişi tarafından seviliyorumdur herhalde...

Virüs ya da zombi? Saçma... Virüslü bir insan olmalı; onu bırak tek bir canlı bile yok etrafta. Bir tek önümden rüzgarla yuvarlanan bir çalı ve toz bulutu eksik... Ayrıca zombi filmleri bile daha kalabalık oluyor. Peki ya vampir? Sanmıyorum... Hiçbir vampir türünün bu kadar hızlı yayıldığını görmedim. Paralel evren? Benim bildiğim paralel de olsa bir canlı türünün olması gerekiyor...

Düşünceler geldiği hızla gidiyordu resmen. Her zaman olduğu gibi iç sesimle kavgaya tutuşmuştum.

Peki rüya? Bu soru oluştuğu anda uyanmam gerekmiyor muydu? Acaba... Ölmüş müydüm? Kesici bir alet arayışına yöneldim. Markete girdim tekrar. Tezgahın arkasında bir bıçak duruyordu. Ufak bir çizik yeterliydi. Kan akıyordu ve canım da acımıştı. İç ses kafana sıçayım senin. Bu aynı zamanda rüya olmadığının da bir kanıtıydı.

Kafamdan bir süre uzaklaştırdım bu düşünceleri. Şu anın tadını çıkarmayı niye düşünmüyordum ki?

Az önce bankamatiğin önünde duran arabaya bindim. Çalışması umudu ile anahtarı çevirdim. Motor sesini duymak güzeldi. Kendi sesim ve iç sesim dışında duyduğum tek sesti. Bir umut radyoya yöneldim; ama cızırtıdan başka bir şey duyamadım. Ne olacaktı ki anahtarı çevirince her şey düzelecek miydi? Her şey ters miydi ki?

Bu son soruyla birlikte gaza bastım. Yollar boştu. Kısa sürede arkadaşın evine vardım. Kimsenin olmaması tahmin edilesi zor bir durum değildi. Şehir merkezi düşüncesi tekrar varlığını hissettirdi. Ağır ağır tadını çıkara çıkara gitmeye karar verdim. Keşke müzik olsaydı. Acaba şu an fona ne iyi giderdi? O kadar çok şarkı geldi ki aklıma birini seçemedim.

Yaşadığım şehrin en güzel manzaralarından birine gelince durdum. Bir sigara yaktım. Güneş yavaş yavaş turuncu halini almaya başlamıştı. Düşünmek istemiyordum. Sadece izlemek istiyordum. Bu sırada şehir merkezi düşüncesi geçerliliğini yitirmişti bile. Kimse yoktu. Ne bir ses, ne de bir hareketlilik...

Yola koyuldum tekrar... Yukarıdaki manzara ile aşağısı arasında bir fark yoktu. Arabayı durdurdum... Deniz kenarına yürümeye başladım. Deniz kenarı her zaman iyidir. Oturdum... Deniz de yaşamıyordu sanki... Hatta Ferdinand Kürnberger'in "Yaşam yaşamıyor." aforizması geldi aklıma. Hafif bir gülümseme ve ardından gelen bir kahkaha...

Sinirlerimin bozulmaya başladığının farkındaydım. Rüya olayını elemiştim ki acısı hala kendini hissettiriyordu; yine de gözlerimi kapamaktan kendimi alamadım. Açınca her şeyin geri gelmesini umut ettim. Ama olmadı. Ne kadar derin uyuyabilirdim ki? Peki şu an gerçekten yaşıyorsam uyanıp uyandığımda yine böyle mi olacaktı? Bu şekilde ne kadar devam edebilirdi ki?

Zaman, dün yattığım saatte duruyordu. Bunun bir anlamı olmalıydı... Belki de yoktu. Her şey bir anda yok olmuştu anlamsız bir şekilde. Olamaz mıydı? Olmamalıydı... Belki evet, belki de hayır...

Tekrar yürümeye başladım. Mağazalardan birinin önünde durdum. Bir taş aldım. Belki camı kırarsam bir değişiklik olurdu. Ne saçmalıyorum ki ben? Taşı fırlattım; cam kırıldı... Herhangi bir değiklik veya üzerime yüklenen bir kalabalık yoktu...

Belki de kendimi öldürmeliydim... Bu düşünceyle birlikte şehrin en yüksek binasına doğru yürümeye başladığım sırada hava kararmaya başlamıştı.

Binaya ulaştığımda kapı açıktı... İçeri girdim. Normal bir zamanda bu binaya bu şekilde giremeyecek olmamın verdiği kısa süreli hazla asansöre yöneldim. Sonra anında bu düşünceden vazgeçtim. Binayı gözden gerçimek daha mantıklıydı. Belki geceyi kral dairesinde geçirebilirdim. Hem ölme işi biraz daha bekleyebilirdi...

Katlar arasındaki turdan sonra istediğim odayı buldum. Büyüklüğünden anlayabilmiştim zaten. Şehir gece bir başka güzeldi... Zaten tek yapabildiğim izlemekti... Sonra düşünceler tekrar bastırdı ki böyle bir odada tek başına kalmanın da bir mantığı yoktu.

Çatıya çıktım hızla... Kenara oturdum. Bir sigara yaktım. Manzarayı izlerken kafamın içi sesten geçilmiyordu...

İki an arasında sıkışıp kalmış olabilir miydim Phil Connors gibi? Sanmıyorum... O, aynı günü yaşıyordu. En azından yaşıyordu. Bense şu an yaşadığımı hiç sanmıyorum her ne kadar nefes alsam veya kanım aksa da... Ayrıca onun yerinde olmayı tercih ederdim. Nasıl ya? Monoton bir hayatı olmaması en büyük dileği olan biriyken nasıl böyle bir şeyi isteyebilirdim? Ayrıca lanet olası fona hala bir şarkı bulamadım... Olayları film gibi görme huyumdan vazgeçmeliyim bir an önce... İyi de bu durumun bir filmden ne farkı var ki?

Ölüm tek çözüm sanırım... Ya değilse? En çok istediğim şey yalnız kalmak, insanlardan uzak durmakken niye böyle bir şey yapıyordum? Yoksa uzak durmak daha doğrusu kaçmak istediğim ben miydim? Eğer öyleyse nasıl kaçabilirim ki? Ölüm... Ya şu an zaten ölüysem... Ya buradan kendimi attığım an tekrar o kalabalığın arasına düşersem... Peki içinde bulunduğum bu durumu kabullenmek? Ne kadar dayanabilirdim ki kendime?

Sakinleş... Bir sigara daha yak...

Ölmekten vazgeçsem bile sigaradan öleceğim kesin... Kararımı vermiştim: Dene ve gör... Oturduğum yarım metrelik duvar üzerinde doğruldum. Gözlerimi kapadım. Hiçbir görüntü yoktu... Ne birileri ne de hayatımdan bir kesit... Sadece karanlık vardı... Derin bir nefes aldım sanki yüksek bir yerden denize atlıyormuşum gibi...

Tam kendimi boşluğa bırakacağım sırada hızla iki kişi tarafından çekildim. Duvardan geriye düştüğümde sağımda ve solumda iki kişi de yerdeydi. Kafamı arkaya çevirdiğimde bir sürü tanımadığım yüz vardı. Duvara doğru emekledim. Bu sırada az önce beni çeken iki kişi yine atıldı. Aşağıya bakabildiğimde hareketliliği gördüm. Şehir dün bıraktığım yerden devam ediyordu hayatına...

Sırtımı duvara yasladığımda insanlar konuşuyordu. Sadece "İyi misin?" dediklerini duydum. Üzerime atılan iki kişi beni bıraktıktan sonra yüzlerine baktım. Kızgınlık, korku gibi ifadeler vardı. Herkes bir şeyler diyordu.

Bir sigara yaktım. İlk nefesi çekerken çok derinlerden bir şarkı çalmaya başladı. Çıkaramadım. Nefes almaya devam ettikçe etrafımdaki konuşmaları bastırmaya başladı...

Nereden geliyordu acaba?

Sanırım kafamın içinde bir yerlerden dışa vuruyordu kendini. Şarkı devam ederken insanların yüzlerindeki ifadelere baktım. Şarkı tanıdık bir hal almıştı. Birden hafif bir gülümseme yerleşti yüzüme... Ağzımdan sadece iki kelime çıkmıştı: Live forever...

20 Eylül 2010 Pazartesi

Hebele Höbele Hede Hödö...

"Karanlık... Sadece kelime olarak bile birçok insanı kasvet altında bırakıyor. Ben severim kendisini. Karanlık güzeldir. Veletken de korkmuşluğum yoktur. Şimdi de karanlıkta oturmayı severim. Özellikle de yanında şarap, sigara ve müzik varsa daha bi' güzel olur.

O zaman How I Met Your Mother? dizisine göre Kanadalı değilim. Amerikalı da değilim ki kendilerinden hiç haz etmem. Zaten sıçtıkları boktan bile korkan Amerikan halkının bu ülkeden ne istediğini anlayabilmiş de değilim. Yapılan Kanada esprilerinin de birçoğu hala muammadır benim için. Oralarda yaşayan biri olmadığım için çok da fazla ilgilenmiyorum aralarındaki muhabbetlerle. Benim gibi kansız, sıcağı seven biri için de soğuk yer zaten. Soğukta yaşayacak olsam, Finlandiya' yı veya Norveç' i seçerdim. Finlandiya' da depresif olup, bir heavy metal grubuna girerdim ya da Norveçli balıkçı amcalarla balığa çıkardım. Neutrogena el kremi sayesinde bu işin de altından başarı ile kalkabileceğimi düşünüyorum. Cidden bu kremi öneririm. Elleri sürekli çatlayan ve vıcık vıcık krem hissinden nefret eden bir adam olarak kullandığım tek krem budur ve son derece de memnunum.

Ne diyordum ben? He, hatırladım. Karanlıktan bahsediyordum. Ondan önce bir şey daha var. Az önce sıçtıkları bok derken anlatım bozukluğu yaptığımın farkındayım. Bok zaten sıçılan bir şeydir, ne gerek var bu şekilde kullanmaya. Ama böyle gözüme ve kulağıma daha bir hoş geldi. Şairler, yazarlar bu şekilde anlatım bozukluklarından yararlanmıyorlar mı bazen? Yararlanıyorlar; çok da güzel oluyor. Bu arada ne şairim ne de yazar. Bu anlatım bozukluğu ister istemez bir serbest çağrışıma yol açtı. İlk sevgilim hep düzeltirdi bir konuda beni. "Saç kılı" derdim. O da sürekli "Saç zaten kıldır. Bu şekilde kullanmak gereksiz." der dururdu. Düzeltmek zorunda kalırdım. Evlilik yıldönümü kutlama mertebesine ulaşmış bir insan olarak hala bu uyarıyı yapıyor mu merak ettim açıkçası...

Serbest çağrışımın tehlikelerinden önceki bloglardan birinde bahsetmiştim... Bu arada daldan dala atlamada üstüme yok. Neyse ki amacım da bu. Tamamen saçmalamak istiyorum. İsterseniz burada son noktayı koyabilirsiniz. Ben uyarımı yapayım da sonra çemkirmeyin bana. Umarım bu atlamalar sırasında düşüp bir yerimi kırmam.

Karanlıkta oturmak dediysek de öyle zifiri karanlık demedik. Şahsen onu da severim. Genellikle akşamları sigaramı mutfakta içerken bahçenin ışığını açarım ve bahçeyi izlemeye koyulurum. Benim için en güzel anlardan bir tanesidir. Şimdi bu hareketim birisine emoca gelebilir. Hatta okuyorsa –ki okuyor- tam burada "emo" diye kulağımı çınlatacaktır. Ona göre, kendisini sahilde sigara içip beklemek ve denizi izlemek de emoluktur. Canım benim! Gerek bu dediklerim, gerekse de Taksim'de başında kapşonun, kulağında kulaklıkla tek başına dolaşmak da emoluk değildir. Emoluk bir dostumun da deyimiyle, otobüste ayakta kaldığı için ağlamaktır. Gerçi sen bunların hepsini biliyorsun. Ben de amacının ne olduğunu biliyorum. Bu arada çok "emo" dedim bunu da üstüne alınacak bir arkadaşım mevcut. Ama o isminin kurbanı olduğundan yapabileceğim bir şey yok.

My Name Is Earl
dizisinde kaplumbağalı bir bölümün sonunda, robotumsu bir kaplumbağanın "Bu bölüm çekilirken hiçbir kaplumbağa zarar görmemiştir. Bu yüzden siz kaçıklar sakın mail, mektup atmayın." tarzında bir uyarısı vardı. Aynısından ben de yapmak istiyorum: "Bu yazı yazılırken hiçbir kişi, kurum ve emo zarar görmemiştir. Siz kaçıklar çemkirmeyin. Ayrıca bu yazı hiçbir kişi, kurum ve emoyla izdivaç halinde değildir."... Ayrıcadan sonraki kısım sizin de fark ettiğiniz üzere koca bir yalandır. Bariz göndermeler vardır. Bu kişiler isterse çemkirebilir. Hatta Amerikalı veya Kanadalı olup da bu yazıyı anlayanlar varsa öncelik onların olacaktır kesinlikle. Bir şeyi daha fark ettim. Emoları kişi olarak kabul etmemişim. Çok da mutluyum bunu yaptığım için.

"Gecenin en karanlık olduğu an, şafak sökmeden önceki andır." demiş birileri. "Ne alaka şimdi?" dediğinizi duyar gibiyim. N.ş.a' da bu sözü uygun bir yerde kullanırdım, yedirirdim. Çok da güzel olurdu. Ama amacımın bu olmadığını belirtmiştim zaten. Bir şeyleri uygun hale getirmeye çalışmaktan yoruldum. Kafamdan geçen cümleleri düzeltmek de istemiyor canım; aklıma ne geldiyse olduğu gibi yazdım. Hala da yazıyorum. Kısacası...

Neyse o kadar da bokunu çıkarmayayım. O sözü nerede duyduğumu da bilmiyorum. Sanırım bir filmdeydi. Bir iki nöron çarpıştırsam çıkarırım da nöronlarımı idareli kullanıyorum bu aralar. Neyse bu saçmalığı buraya kadar okuyan varsa onları ayakta alkışlıyorum. Ayrıca alkol falan yok bünyemde. Saçmalamamı alkole bağlamayın diye söylüyorum. Bir arkadaşımın msn iletisi geldi aklıma: "Kafam güzel diye kınamayın; her şeyimi ayıkken kaybettim ben!"... Son göndermemi de yaptım. Saçmalamak zor ve yorucu bir şeymiş yav. Ama huzur dolu bir şekilde bu bloğu kendisiyle baş başa bırakıyorum.

Usulüne göre hareket edip bir şarkı koyalım. *Hani uygun davranmayacaktın adamım? Ayrıca o sözü duyduğun yer Batman Dark Knight' tır.*... Biricik iç sesim benim! Buraya kadar okumuşlar, bari elleri boş dönmesinler. Zaten bu kadar alakasız konuların bir araya geldiği bir yazıya da alakasız bir şarkı koyacağım... Alakalı bir şarkı bulmaya kalksaydım tek seçeneğim Serdar Ortaç falan olurdu. Ayrıca sen nöronlarımı benden izinsiz niye kullanıyorsun ki? Kınadım seni... Linkteki şarkının sonunda yarım kalan kelime de transitiondır. Neyse sıkıldım ve gittim ben..."

Uzun zaman önce yazdığım bir yazıydı bu. Yatağın altından çıkarıp okuduğumda fark ettim ki saçmalama potansiyelim tehlikeli boyutlardaymış cidden. Ama ne yalan söyleyeyim; arada bu şekilde saçmalamak insanı rahatlatıyormuş. Okuyunca bile bu rahatlamayı hissettim.

Kendime not: Bu saçmalama işini bir ritüel haline getir...

1 Eylül 2010 Çarşamba

Sahne 26; Çekim 1...

Başlığa bakıp kafanızı kurcalamayın şimdiden... Yazının sonuna geldiğinizde az çok kafanızda bir fikir oluşacaktır diye ümit ediyorum. Oluşmasa da boşverin gitsin. Birazdan yazacağım yazıyı taa geçen sene kaleme almışım. "Kaleme almışım" gibi bende son derece eğreti duran yazarvari bir tanımlama kullandığımın farkındayım. Ama klavyeyle bilgisayar ortamında değil de bildiğiniz kağıt kalemle yazdığım bir yazıdır. Tesadüf ederi temizlik yaparken çekmecede buldum. Evet, arada ben de temizlik yapan bir insan evladıyım. Neyse klavyede yazmaktansa kağıt kalemle yazmayı her zaman sevmişimdir. Çizip karalamak gibisi yok. Üzerinde fazla oynamadan aktaracağım aynen; yaşadıklarım, hissettiklerim değişmediği için sorun olmaz. Sadece bir iki yerde not almışım ve ekleme yapacağım. Hea, bir sene geçtikten sonra ne ekleme yapacağımı hatırladığım için de hafızamı seviyorum. Ama bazen güçlü bir hafıza cidden çok fazla can sıkabiliyor. Off, bu sefer "Fazla uzatmayacağım, lafa gireceğim hemen." dedim de yine beceremedim sanırım... Girmeden önce bu yazının ciddi şekilde spoiler içerdiğini belirtmek isterim... "Kim korkar lan spoiler'dan." diyorsanız buyrun okuyun; sonra bana çemkirmeyin de... Aslında bu uyarıyı sonda yaparak süper bir espri anlayışım olduğunu vurgulamak isterdim de zaten yeterince uzatarak can sıktım; daha fazla sıkmayayım diye düşünmekteyim... "Neyse..." diyorum ve lafa giriyorum...

Geçen yaz gibi zamanlardı... Topluca bir buluşmanın ardından gecenin 3'ünde Pasaport'ta eski bir arkadaşımla sigaralarımızı tüttürürken de konuştuğumuz gibi çok şey istiyoruz. Evet, istediğimiz şey cidden fazla...

Hayat ne yazık ki bir romantik komedi değil; olmadı da hiçbir zaman ve olmayacak da... Hepimiz, Chuck Burtowski (Zachary Levi)'nin sahip olduğu Sarah Walker (Yvonne Sthrahovski) gibi güzel bir koruyucu melek isteriz ya da Sarah Walker'ın sahip olduğu, bizim için kendini feda edecek Chuck gibi birini... Ya da elinde gitarı uçakta vip bölümünden çıkıp, Julia (Drew Barrymore)'nın karşısına dikilip, bestelediği şarkıyı hiç çekinmeden söyleyen Robbie (Adam Sandler) gibi olmayı isteriz...

Hayal ederiz, düşleriz sıradan yaşamlara sahip sıradan insanlar olduğumuzu göz ardı ederek... Bu yüzden çok şey istiyoruz işte... Hayat bize bunları asla sunmadı, sunmayacak da... Sunacağı en fazla bir tek sahnedir; daha fazlası değil... Bütün film asla öyle sahnelerden oluşmaz, oluşmayacak da...

Jeux D'enfants'taki gibi hayat bize 2. ve güzel bir alternatif sunmuyor. Ya da Groundhog Day'da Phil Connors (Bill Murray) gibi bir şeyler düzelene, biz düzeltene kadar 1 Şubat gününü tekrar tekrar yaşayamıyoruz. Ya da Pulp Fiction'daki gibi zamanla oynayıp ölen birisini, bir sonraki sahnede tekrar göremiyoruz... Hitch'deki gibi şişman, sakar bir adam olan Albert Brennaman (Kevin James)'nın, dünyaca ünlü, zengin bir kadın olan Allegra Cole (Amber Valletta) ile evlenmesi? Mümkün değil...

Hayat bu kadar iyi değil...

Günlerimizi o arabadan o arabaya atlayan, atletli bir John McClane (Bruce Willis) gibi geçirmiyoruz. Ya da Marty McFly (Micheal J.Fox) gibi geçmişe ya da geleceğe gidip bir şeyleri değiştiremeyiz... The Crow'daki gibi öldüğü halde intikam almak için geri dönen Eric Draven (Brandon Lee) olamayacağız hiçbir zaman... Eric Draven'a hayat verirken, çekimler sırasında öldürülen Brandon Lee'yi gözünüzün önüne getirin...

Yaptığımız planların, geleceğe dönük düşüncelerin hiçbir anlamı yok; çünkü işler ters gittiğinde bizim, yine aynı noktaya ulaşmamızı sağlayan senaristler yok ve olmayacak da... Slumdog Millionire'deki gibi "Kim Milyoner Olmak İster?" yarışmasında hayatımızın dönüm noktalarıyla ilgili sorularla karşılaşmayız... Etrafımız 12 Angry Men'deki gibi bir şeyleri düşünen, sorgulayan, irdeleyen insanlarla da dolu değil... 18 yaşındaki bir çocuğu gözümüzü kırpmadan ölüme gönderebiliriz.

Hayat maalesef Oliver Stone'nun U Turn'ünde olduğu gibi; ya da bir The Shining, Full Metal Jacket... Öldürdükten sonra zafer şarkıları söyleyenleriz; barış rozeti takıp adam öldürenler... Elimizden gelen her şeyi, her türlü çılgınlığı yapıp yine de istediğimizin başkasıyla evlenmesine engel olamayan Julianne Potter (Julia Roberts)'ız; ya da ona yardıma gidip gay olmasına rağmen Julianne'ya aşık olan George Downes (Rupert Everett) gibiyiz... Gay olup da bir kadına aşık olmak... İlginç bir ironi... Şansızlık bu olsa gerek...

Life is Beautiful... Bilirsiniz bu filmi... Çocuğunun Nazi Kampı'nda olduklarını anlamaması için bütün çabasını ortaya koyan, neşeli olmaya çalışan bir baba... Ve sonunda ölen bir baba... Çabalarının sonucunu alamamak... Hayat güzelmiş! Hadi ya... Burada karma felsefesine de en içten duygularımı sunmak istiyorum. Güzellik buysa, evet hayat güzeldir...

Spawn'daki gibi cehennemi arkanıza almış da olsanız istediğiniz şeyleri, düşüncelerinizdeki gibi sunmaz size hayat... Sawyer (Josh Holloway) gibi bir adamın "Beni bırakma." yakarışlarına rağmen ölen Juliet (Elizabeth Mitchell)... Hayat işte budur; asla çabalarımızın karşılığını alamadığımız ve alamayacağımız bir yer... Tabi ki de çabalamak, uğraşmak gerekir; aksi takdirde en ufak bir anlam veremediğimiz bu hayat iyice anlamsız olacaktır... Ama fazla bir şeyler beklemek, istemek bir hayalden öte değildir... Uzun süreli planlar, düşünceler, kariyer, para aslında o kadar boş ki... Sıradan bir hayatın sıradan parçalarıyız. Bunu değiştirebileceğimizi en azından kendi adıma düşünmüyorum ki gücüm de yok zaten... Çünkü bakıyorum da Cesare Pavese'nin dediği gibi "Uğraşmak her gün biraz daha boş ve anlamsızmış gibi geliyor." ve kardeşimden de duyduğum üzere şunu biliyorum: Hayat yavaş yaşanmayacak kadar kısa... Uzun vadeli planlar, gelecek düşünceleri falan filan... Hepsi palavra gibi geliyor. Hayatı hep film gibi gören bir insan olarak hayatın mutlu sonla biten bir film olmadığını anladığım zaman, "The End" yazısı perdede çoktan görünmüş olacak...





24 Ağustos 2010 Salı

Serbest Çağrışım...

"İki türlü çağrışım vardır. En azından benim için öyle...

Çağrışım
ın ne olduğunu zaten biliyoruz. Açıklamaya gerek yok ama bir örnekle bilgilerimizi pekiştirelim. Biri bana Queen derse, söyleyeceğim şeylerden biri We will rock you olacaktır. Bu, herkes tarafından bilinen iki ismin birbirini çağrıştırmasıdır.

Bir de serbest çağrışım dediğimiz olgu vardır. Bu, ilk bakışta birbirinden bağımsızmış gibi görünen olayların, nesnelerin, kişilerin birbirini çağrıştırmasıdır. Genelde kişiseldir ve bilinçaltı dediğimiz yerde kurulan bağlantıdan oluşur. Psikolojik bir terim olmasına rağmen o kadar derine inmek gibi bir niyetim yok. Zaten sahip olduğum mevcut bilgi de buna izin vermez. "Mürekkep lekesinin çağrıştırdığı şey" der, geçerim. En iyisi hiç bulaşmamak. Ben kendi günlük hayatımda kullandığım şeklinden bahsettim. Bunu da bir örnekle açıklayacağım tabiki de. Ama ondan önce bir uyarı yapmak istiyorum. Serbest çağrışımın son derece tehlikeli olduğunu hatırlatır; çocuklardan uzak tutmanızı ve her yerde özellikle de evinizde kullanmamanızı tavsiye ederim. Şimdi size sahip olduğum bu serbest çağrışımı anlatacağım.

İçinizden biri bana Ferhat Göçer dediği zaman, aklıma gelecek ilk şey Freddie Mercury olacaktır. Daha sonra sırayı onun ağlayan ruhu ve sızlayan kemikleri alacaktır. "Yuh! Ne alaka lan." dediğinizi duyar gibiyim. Hatta dediniz ve kulaklarımı çınlattınız. İşte serbest çağrışım böyle bir şeydir. Tehlikeler içerir. Neden böyle bir serbest çağrışıma sahip olduğumu tabiki de açıklayacağım. Konumuz bu zaten. Herbokubilenadam'ın bloğunda izlediğim bir videonun sebep olduğu bir şeydir bu. Bloğunun konusu da tamamen buydu. O, doktordan çakma şarkıcı Ferhat Göçer'e tavsiyelerde bulunuyordu. Bense olayı biraz daha farklı ele almak istiyorum.

Video son derece dehşet vericiydi. Ferhat Göçer, We Will Rock You adlı şarkıyı söylemeye çalışıyordu ve onu izleyen babaanne kılıklı teyzeler de alkışlarla eşlik ediyordu kendisine. Anlatırken kulağa dehşet verici gelmiyor olabilir, hatta hayalgücünüz geniş de olmayabilir. Cesaretiniz varsa izleyin o zaman. Hele bir de o araya giren zurna sesiyle irkilmezseniz sizi tebrik etmekten başka çarem kalmaz. Ama etkileneceğinizi düşündüğüm için panzehirini açıklıyorum: Videoyu izledikten 5 saniye gibi kısa bir süre içerisinde hemen şarkının orjinalini dinleyin. Açıkçası çok işe yaradı. Ruh sağlığım hala yerinde.

Bu görüntüleri İsveçli bilim adamlarının da izlediği ve üzerinde çalışmalar gerçekleştirdiği üzerine bir duyum aldım ve olayı araştırdım. İsveçli bu amcalar şu açıklamayı yapmışlar: "Bu görüntülerin, önce bitkiler üzerindeki etkisini araştırdık. Ekranın önüne koyduğumuz bitkilerin %70' i görüntü bitmeden, kalanı ise görüntüler bittikten 3 saniye sonra çürüdü. Daha sonra köpekler üzerinde denedik ve köpeklerin %95' nin kafalarını duvara vurarak intihar ettiğini gördük. Kalanlardan bir tanesi "O Ferhat Göçer' in önce kıçını ısıracağım, sonra tecavüz edip öldüreceğim." diyerek laboratuardan kaçtı. Interpol köpeğin peşinde. Bütün bu deneylerden sonra bir süre insanlar üzerinde denememe kararı aldık. Ayrıca sadece Ferhat Göçer' i ve ona eşlik edenleri inceleme seviyesindeyiz. Ancak araya giren zurna sesinin, önümüzdeki 100 yıl içerisinde açıklanamayacağını düşünmekteyiz."... Bu açıklamalarından sonra: "Ya! Siz nasıl bir milletsiniz lan. Yüzyıllardır sizinle uğraşıyoruz. Zamanında bize çektirdikleriniz yetmiyormuş gibi bir de bunlarla dengemizi bozuyorsunuz. Zaten dişlerinize de iyi bakmıyorsunuz, sapsarı bir şekilde dolanıyorsunuz. Hala size uygun bir diş macunu bulamamışken bir de bunlarla çıkıyorsunuz karşımıza. Yeter lan. Bıktık ulan sizden." diyerek sözlerine son noktayı koymuş amcalar...

Buradan kendilerine hak vermekle birlikte son sözleri kınadığımı da belirtmeliyim. Kısa süre içerisinde kendilerine ileriki çalışmaları için gerekli olan panzehiri yollamayı düşünüyorum.

Bir an için gözümün önüne bir sahne geldi: Freddie abimiz iskelet şeklinde, başında şapkası ve o evsanevi bıyıklarıyla mezarından çıkar ve stüdyoyu basar; Terminatör II ' de Arnold abimizin binayı saran polisler üzerinde kullandığı ağır makineli ile o stüdyodaki herkesi öldürür. Ferhat Göçer'i de çarmıha gerip ateşe verir. Ne mükemmel olurdu. Neyse yavaş yavaş son noktayı koyalım.

Ben arkadaşım herbokubilenadam gibi kötü bir insan evladı olmadığım için size bu videonun linkini vermeyeceğim. Bir şekilde bulup izlersiniz. Ama tavsiye etmiyorum. Olur da izlerseniz buyrun panzehiriniz hazır. Unutmayın 5 saniye içinde dinlemeye başlamalısınız. Dediğim gibi serbest çağrışım son derece tehlikeli olup, dikkatli kullanılması gereken bir olgudur.

Bir de Serdar Ortaç ve Billie Jean gibi bir serbest çağrışıma da sahibim ki bu konuya değinmek dahi istemiyorum. Değinmek istemediğim bu serbest çağrışımı bana kazandırdığı için de buradan, başka kötü niyetli arkadaşıma da en içten duygularımı iletiyorum... "

Böyle yazmışım vakt-i zamanında... Peki tekrar niye yazdım?... Bu, kötü bir insan olarak nitelendirdiğim arkadaşım aynı videoyu tekrar paylaşmıştır. Arkadaş seçimlerimi gözden geçirmeliyim sanırım...

Neyse bir başka nedeni de: Geçenlerde bir arkadaşımdan öğrendiğim üzere doktordan çakma şarkıcı kişi, çok sevdiğim zifiri şarkısına da el uzatmış ve görevini başarıyla yerine getirerek şarkının içine sıçmış olmasıdır... Bu yüzdendir ki bu yazıyı gün ışığına çıkarmaya karar verdim ve kararımı da uyguladım... Pişman değilim hakim bey...

10 Ağustos 2010 Salı

On The Road...

Bir anda kendimi yollarda, 68 model mustang içinde buluyorum... Hani o filmlerde gördüğümüz, Amerika'nın uçsuz bucaksız yolları vardır ya güneş tepeden hiç eksilmez, ileriye bakınca yoldan buharlar çıkar... Meksika'ya doğru gider yol ya da Teksas'dan başka bir eyalete...

Ama ben Meksika'ya doğru yol alıyorum... Daha önce hiç görmediğim bir yer, hiç görmediğim yollar ve hiç tatmadığım bir his... Bir an için yolun kenarında elinde gitarıyla El Mariachi'yi görür gibi oluyorum. O sırada Tito And Tarantula'dan Strange Face of Love'ın etkisi altındayım... Ama yanılmışım... Yol çöl sakinliğiyle devam ediyor. Ağır ağır güneşin berbat yakıcılığında ilerliyorum... Geniş arşivli music box'ı o barda bıraktıktan sonra elimde kalan tek şey arabanın radyosu ... Kafasına göre çalıyor... Güzel de çalıyor...

Gözüm bir anda yol kenarına takılıyor... Dumanlar çıkan arabasının başında küfürler savuran bir hatun... Ancak durabiliyorum... Geri geri gelirken dikiz aynasından bakıyorum "Acaba hayal mi görüyorum?" diye... Ama gördüğümün hayal olmadığını kısa süre sonra anlıyorum... Bırakıp gittiğim kasabanın en güzel kadını karşımda... Belki de hayatımda gördüğüm en mükemmel varlık... O barda her gece otururken boş tekila bardaklarından birisini sahiplenmek için gelmesini umut ettiğim kadın...

Yardım etmek için iniyorum. Bir anda sanki başka bir dünyadayım... Sesiyle geliyorum kendime ... O sırada radyoda Malcolm Mclaren'den About Her çalmaya başlıyor... Sadece gel diyebiliyorum. Belki de hayatımın en hızlı cevabını alıyorum. Arabaya biniyor. Yüzümde huzurlu bir gülümseme ile direksiyona geçiyorum...

Güneş turuncu rengini almaya başlamışken, kendimi şarkının temposuna kaptırıyorum ve yol alıyoruz ağır ağır...

5 Ağustos 2010 Perşembe

Music Box...

Bir anda o hani herkesin birbirini tanıdığı, sıradan gibi görünen hayatların içinde genelde mutlu olan insanların yaşadığı, Amerikan filmlerinde sık rastladığımız küçük kasabalardan birinde buluyorum kendimi.

Yürüyorum; işimden çıkmış, evde yemeğimi yedikten sonra bir şeyler içmek için her zaman gittiğim barın yolunda... Yolda tanıdığım birkaç kişiyle sohbet ettikten sonra barın kapısından içeriye giriyorum.

Her şey aynı; hiç bir değişiklik yok... Sağdaki barın arkasında duran barmene ve her zaman aynı masalarda oturan birkaç tanıdık yüze selam veriyorum. İçeriye şöyle bir bakıyorum. Bir şeylerin kutlanmadığı günlerin dışında zaten çok dolu olmayan bar, bugün daha da bir boş geliyor gözüme. Sanırım bugün erken geldim.

En arkada üzerinde yarım bırakılmış bir oyun olan bilardo masası duruyor. Onun hemen sol çaprazında hiç bir zaman 12' den isabet ettiremediğim dart tahtası... Onun yanında sırayla eski film oyuncularının bulunduğu tablolar yer alıyor; kimisi elle çizilmiş, kimisi fotoğraf... Ama içlerinde en çok sevdiğim üstü açık, mavi bir Chevrolet' in etrafında toplanmış Marilyn Monroe, Elvis Presley, James Dean'in neon ışıklı tablosu... Bu tablonun biraz ilerisinde duran bir pinball masası; nam-ı diğer tilt masası... bir gün evime alacağım bunlardan.

Ve solumda barın en çok sevdiğim eşyası: Geniş bir arşive sahip music box... Ben kutuya doğru yönelirken barmen her zaman oturduğum masaya bir şişe tekila ve birkaç bardak koymuştu bile. Cebimden bir çeyreklik çıkarıp atıyorum kutuya. Bir süre düşündükten sonra Smith'ten Baby it's you'yu seçiyorum ve masama doğru yöneliyorum. Şarkı sözlere girmeye başladığında ben ilk shotımı yapmış bulunuyorum...

Eğer masada sahipsiz duran boş bardaklardan faydalanmak istiyorsanız yapmanız gereken tek şey, music box'a bir çeyreklik atıp bir şarkı çalmanız...

1 Ağustos 2010 Pazar

Ali Topu Tut...

Geçenlerde birini ders çalıştırırken bir soruyla karşılaştım. Geçenlerde dediysem -ki dedim. - sanırım şubat-mart gibiydi...

Hani şu mod soruları vardı ya; "Doktor nöbetini en son şu gün tutuyor, şu nöbetini kaçıncı gün tutar?" gibilerinden olan sorular...

Karşılaştığım soru bambaşkaydı. Tam hatırlamıyorum ama genel hali şu şekildeydi: "Ali en son şu gün sevişmiştir. Şu kadar günde bir seviştiğine göre, şu kadar saat sonra hangi gün, saat kaçta sevişir?"... Soru aynen böyleydi...

Ben Ali'yi en son bıraktığımda kendisi top atan, atılan topu tutan, atlara bakan bir çocuktu. Burada o iğrenç, zeka unsurundan yoksun, belaltı espriyi yapmıyorum, kastettiğim de bu değil zaten. Bu tarz epsriler yapmadığımı beni tanıyanlar bilir.

Neyse Ali topla oynayan, atlara bakan, boş zamanlarında harçlıklarının bir kısmıyla fındık fıstık alıp, gerisini biriktiren biriyken, sevişen bir insan olmuştu. Üstelik sorunun cevabına (pazar/06:20) göre sabah seksini seven birine dönüşmüştü. Zamanın su gibi akıp geçtiğinin hepimiz farkındayız. Büyüdüğümüzün de... Ama bu durumdan kaçınırız, görmezden gelir ve kafalarımızı başka yönlere çeviririz; fakat bu soruyu görünce kafamı başka bir yöne çeviremedim.

Hayatı boyunca top atıp tutacağını sandığım Ali bile büyümüştü. Korkunç gerçekle yüz yüzeydim; ama benim merak ettiğim, kafamda sorular silsilesine neden olan başka bir konu var. Ali' yi en son gördüğümden bu yana neler olmuştu?

İlk aşkı; ılık süt içen Işık mıydı, yoksa ip atlayan İpek miydi ya da dağda, bayırda gezen Ayşegül ile görücü usulü evlilik mi yaptı? Evlendi mi Ali ya da yaşadıklarından sonra evlilik fikrinden vaz mı geçti? Okumaya devam mı etti, yoksa okulu bıraktı mı? Lisede zayıfı geldi mi? Geldiyse babası, onu okuldan alıp tamircinin yanına vermekle tehdit etti mi? Hiç takdir, teşekkür aldı mı? Özel okulda mı okudu yoksa devlet okulunda mı? Üniversiteyi kazandı mı? Kazandıysa kaçıncı denemesinde kazandı? Yurtdışına çıktı mı hiç? Hangi şehirde yaşıyor? Top atıp tutmadaki yeteneğini kalecilik yaparak değerlendirdi mi ya da atlara olan ilgisini at yarışı oynayarak bir kazanca çevirdi mi? Harçlıklarından arttırdığı paralarla tekel bayii açıp, parasının 3'te 1'i ile fındık fıstık alan çocuklara örnek olmayı denedi mi? Hangi takımı tutar Ali? Hayatında hiç kavga etti mi? Çocuğu var mı Ali'nin? Hayat görüşü, inancı ne? Oy kullandı mı, kullandıysa hangi partiye attı? Referandumda evet mi diyecek; yoksa hayır mı? Ne tür müzik dinler? Kitap okur mu, hangi filmler favorileri, uğurlu sayısı ne? Aşkı uğruna bir şeylerden vazgeçti mi hiç? Hayalleri neydi, ne ile uğraşmak istiyordu, neyle uğraşıyor şu anda?

Sorular yine sardı dört bir yanımı...

Uzun lafın kısası; top oynayan, atlara bakan, harçlıklarıyla fındık fıstık alan ve büyüyeceğini asla tahmin etmediğim Ali, sevişen bir adama nasıl dönüştü? Hikayesi nedir? En son görüştüğümüz zamandan bu yana geçen zaman zarfında olup bitenleri öğrenmek istiyorum. Bir gün Ali ile buluşup hikayelerimizi karşılaştırmak, boşlukları doldurmak istiyorum. Evet bunu cidden istiyorum. Belki içen biridir. Bir-iki tek atarız kendisiyle...

Ayrıca son bir sorum var: Hey, Ali! Have you ever seen the rain?...

25 Temmuz 2010 Pazar

Bir çeşit intikam...

Hayatımın hiçbir döneminde uyku problemi çekmedim. Güzel bir özellik… Çocukken de masallarla veya ninnilerle uyumadım. Genelde hayal kurardım. Kurduğum hayaller de izlediğim çizgi film ve animeler üzerine olurdu. Bazen hala hayal kurarım boş zamanlarımda ki zamanlarımın çoğu boş bu aralar. Ama son zamanlarda canımı sıkan bir olay var. Çocukluğuma tecavüz ediliyormuş gibi hissediyorum. Özellikle de veletken izlediğim çizgi filmlerin yeniden çevrimlerini izleyince. Bunu yapmaya kimsenin hakkı olmadığını düşünüyorum...


Madem onlar kendilerinde bu hakkı buluyor; ben de ninnilerle büyüyenlerin çocukluğuna tecavüz etme hakkını buluyorum kendimde. Bir nevi düşerken başkasını da çekme psikolojisi.

Giriş için bu kadar cümle yeterli sanırım. Hani bir ninni kıvamında çocuk şarkısı vardı:

“Mini mini bir kuş donmuştu.
Pencereme konmuştu.
Aldım onu içeriye
Cik cik cik cik ötsün diye.
Pırpır ederken canlandı.
Ellerim bak boş kaldı.

Uzun bir süredir bu çocuk şarkısının aslında masum bir çocuk şarkısı olmadığını düşünüyorum. Çocuğunu uyutmaya çalışan bir anne tarafından değil de böyle süslenip püslenip bütün gün evinin penceresinde ya da balkonunda mahallenin erkeklerine cilve yapan evde kalmış bir kız ya da dul bir kadın tarafından yazıldığını kanısındayım...

Zamanında bir haber okumuştum: Bu büyük animasyon şirketlerinde çalışanların, çizgi filmlerde seks içerikli göndermeler yapması üzerine... Misal, karakterlerden birinin bir yerden düşmesiyle çıkan toz bulutunu çok yavaşlatılmış bir şekilde izlediğinizde sex yazdığını görebilirsiniz. Bu adamların bunu eğlence için yaptıklarını düşündüğümden o bilindik Amerikan komplo teorilerine girmeyeceğim. Zaten yeri de değil...

Gelelim bu hanım kızımıza... Onun da bunu yaparken gayet masum olduğunu düşünüyorum. Tek amacı mahallenin erkeklerine üstü kapalı mesaj yollamaktı. Bunu bir şekilde duyan kişiler “Ah, zavallı donmuş kuş!” tan yola çıkarak şarkının altında yatan mesajı görmezden gelip sevimli bulmuşlardır. Aranızda “Yuh, artık! O kadar da değil, kafan neye çalışıyor.” diyenler olacaktır. Açıkçası umrumda olmayacaksınızdır. Çünkü kimse bana bu şarkının masum bir çocuk şarkısı olduğunu anlatamaz. Özellikle de son mısrada yapacağınız ufak bir değişimle bu tezimi ispatladıktan sonra… Bu değişiklik: Uygun bir yere “e” harfini getirmek ve uygun bir yerden de “k” harfini çıkarmaktır. Eğer dediğimi doğru bir şekilde uygulayabildiyseniz ne demek istediğimi da anlamış olacaksınızdır. Buna rağmen yine ikna olmayabilirsiniz. “Tesadüf, senin için fesat.” der geçersiniz; ama ben bunun tesadüf olmadığını düşünüyorum; özellikle de yaşamda tesadüflere inanmayan bir insan olarak... Zaten önce de belirttiğim gibi pek de umrumda değil ne düşünüldüğü. Amacım ninnilerle büyüyen velet tayfasına bir darbe vurmaktı ve başardığımı da düşünüyorum açıkçası...

Tam burada da G.o.r.a'daki Arif edasıyla şunları söylemek istiyorum: "Hey! Amerikan film sektörü sen kim oluyorsun da konuşan Pembe Panter ya da Tom ve Jerry yapıyorsun. Sen kim oluyorsun da mutasyon devamı diye üzerine oturduğun iki loplu organından uydurduğun terimlerle Ninja Kaplumbağalar’ı ya da Spider-man’i bir ucubeye dönüştürüyorsun... Sen kim oluyorsun da o görkemli Transformers’ları şebeğe çeviriyorsun. Bunların telif hakkı sende diye kendinde nasıl bu hakkı buluyorsun. Artık çocukluğuma tecavüz etmekten vazgeç. Üzülürsem üzerim..."

15 Temmuz 2010 Perşembe

Şu İlişkileri Rahat Bıraksak Ya...

Uzun zamandır şöyle bakıyorum yazılanlara... Özellikle de Twitter’ı düzenli olarak kullanmaya başladığım zamandan bu yana... En çok ilgimi çeken şey ağırlıklı olarak ilişkiler hakkında yazılması... Buna karşı değilim kesinlikle. Birazdan ben de bu konuyla ilgili ahkam keseceğim zaten. Yeni bitmiş ilişki acısıyla veya sinirle yazılanlar dışında genelde de doğru yapılan tespitler. Bu doğruluk her iki cins için de geçerli. Ayırım yapmıyorum bu konuda.

Bahsetmek istediğim aslında bu ahkam kesmelerin son derece mantıksız olduğu... Şahsen bu doğru dediğim tespitleri yapan kişilerin bir ilişki yaşamadığını ya da bir ilişkiden çıkıp belli bir atlatma sürecini aşmış kişiler olduğunu düşünüyorum. Okumayı söktüğümden bu yana geçen 19 yıllık süre zarfında bu konu hakkında yazılıp çizilen bir sürü kadın-erkek dergilerine, gazetelerin cumartesi ve pazar eklerine ve kitaplara şahit oldum; okuma gerektirmeyen dizilerde de aynı durum söz konusu. Bu 19 yıllık sürecin dışında da yıllardır insanlık bu konuyla uğraşmıştır. Nitekim hala sürmeyen evlilikler, ilişkiler hayatımızda yer almaktadır. Üstüne yazılan çizilen şeyler daha da fazlalaşmaya başlamıştır. İşe yaramayan bir şeyi inatla, neden bu kadar uzattığımızı da anlayabilmiş değilim... İşe yaramıyorlar, yaramayacaklar da... Yaramamasının nedeni de tespitlerin yanlış olması vs. değil. Cevap çok basit aslında: Yapılan tespitler mantıklı; yani ilişki yaşayan hiç kimse, ilişki sırasında mantığını kullanmıyor... İlişki dediğimiz şeyi kontrol eden tek şey duygular ve buna bağlı iç güdülerdir. Zaten mantığı devreye sokup bir şeylere cevap aramaya başladığımızda ilişkinin sıçış dönemi başlıyor... Bu yüzden istediğimiz kadar mantıklı çıkarımlar yapalım; elde edeceğimiz tek şey koca bir hiç olacaktır...

Bu konu hakkında benim ne düşündüğüme gelelim… Açıkçası aşk bana göre bir mücadeledir. Bunu her şekilde algılayabilirsiniz. İster bir oyun, ister bir savaş… Ben aşkı, Pat Benatar Ablamız’ın da zamanında Love Is A Battlefield şarkısında da dediği gibi bir savaş olarak kabul ediyorum.

Peki hangi durumlarda biter; hangi durumlarda devam eder?

- Bu, tarafların yenişemediği, dengeli bir mücadele olmalıdır… Taraflardan biri, diğerine ezici bir üstünlük sağlayıp dengeyi bozarsa biter.

- Taraflardan en az biri, bu mücadeleden yorulup teslim bayrağını çekerse biter…

-Her iki taraf da mücadele etmeyip barış içerisinde yaşamak gibi sessiz bir anlaşmaya bürünürse ilişki yine devam eder. Bu şu demektir: “Aşk sevgiye dönüştü” ya da “Heyecanı bitti ama alışkanlıklar var.”…

- Taraflardan en az biri bu mücadeleyi, bokunu çıkarıp hırsa dönüştürürse; işte o zaman nefret işin içine girer…

- Bazen mücadele durur, bir süre ateşkes halinde devam edilir; ama bu bir süre sonunda taraflardan biri, mücadeleyi tekrar başlatır ve o şekilde devam eder… İşte bunu sağlayabilirseniz de aşkınız devam eder…

Bu konuda kestiğim ahkam budur… Kimine göre doğrudur, kimine göre yanlıştır.. Herkes kendi ilişkisine göre çıkarım yapar. Ne kadar yaşadıklarımızı sadece bize özel sansak da insanların yaşadıklarının çok da farklı olmadığını düşünürsek bu çıkarımları genele de vurabiliriz ki öyle de yapıyoruz… Yarın öbür gün bir ilişki yaşıyorken söylediğim veya okuduğum hiçbir şey umrumda olmayacak… Hatta öyle ki *Ulen hani böyle demiştin; şimdi ne yapıyorsun tırt insan.* diyen iç sesim, sesini bana duyuramayacak…

İşte bu yüzden tamamen duyguların hakim olduğu bir olay hakkında mantık yürütmek zaman kaybından başka bir şey değildir. Ancak sinir atıp anlık rahatlama söz konusudur. Ben ilişkilerin rahat bırakılması ve zamanı gelince de gözümüzü karartıp sonuna kadar yaşanması gerektiğini düşünüyorum ki zaten öyle oluyor… Ayrıca bütün bu mantıksal çıkarımların kaynağı atlatma sürecinde yaşanılanların yoğunluğuna göre çekilen acıdır. Bunun da yaşanması gerektiğini benim gibi birçoğunuz da biliyor zaten…








13 Temmuz 2010 Salı

Büyüyünce ne olacaksın?..

3-4 gün önce kpss'ye girip bazı şeylerin saçmalığına tekrardan şahit olunca, yine geçmişte yazdığım yazılardan biri geldi aklıma... Madem aklıma gelmişken ve hazır sıkıntıdan patlıyorken eğilip yatağın altından çıkarayım dedim bu yazıyı... Nasıl olsa bu ülkede aradan değil 8 ay 8 yıl geçtiğinde bile değişmeyen şeyler olduğu sürece "Eski yazılarınızı her zaman kullanabilirsiniz." der ve lafı uzatmadan neler karaladığıma bir göz atmanız için aradan çekilirim:

" Herhalde hayatının bir döneminde bu soruyla karşılaşmamış kimse yoktur? Akraba ziyaretlerinin, veli toplantılarının, annelerin altın günlerinin vazgeçilmez sorusudur...

Toplu iğneyi bile üretemediğimiz bir toplum olduğumuzu söylediğim 7.sınıfa (o zamanlar ortaokul 2 diye geçiyordu) kadar bu soruya astronom diye cevap verirdim. Ondan sonra da bu soruyu soran hiç kimse bir cevap alamadı benden. Şu anda gördüğüm velet tayfasına bu soruyu sorabilecek durumdayken bile sormuşluğum yoktur. Yaşadığımız ülkeyi ve astronomi kelimelerini bir cümle içinde kullandığımı düşününce "Ne kadar da çocuksu bir hayalmiş." derim kendi kendime. Bir de Tarık Akan' ın oynadığı bir dizi vardı Trt' de. Arkeologtu Tarık abi... O diziyi izleyince de arkeolog olabilirim demiştim. Ama çok geçmeden farketmiştim ki ikisini de olamazdım. Hadi astronomiyi anladım da, yüzyıllardır her türlü kültürün hüküm sürdüğü bu topraklara sahipken, arkeolojinin gelişmemesini hala anlayabilmiş değilim...

Gökyüzü ve toprağın altı hep ilgimi çekmiştir; ama gelin görün ki bir şekilde ikisi arasında hapsolmuş durumdayız.

Bir de hayatın, büyümesine izin vermedikleri var. Kim bilir bu soruya hangi umutlarla, hangi hayallerle cevap vermişlerdi? Bu soruyu sorduğunuz çocuk büyüyecek bir şekilde; şansı(!) varsa okuyacak; üniversite sınavına girecek -ki zaten hayallerinden vazgeçmiş olacak-; gelen puana göre tercih yapıp istemediği bir bölüm okuyacak; bir şekilde bitirecek ve bir iş bulup, monoton bir hayat sürecek. Ortalamaya baktığımız zaman, en iyi(!) ihtimalle böyle bir senaryonun beklediği kişilere bu sorunun sorulması ne kadar da aptalca.

- Büyüyünce ne olacaksın yavrum?
- Bok olacağım.

Yıllar sonra

- Büyüdün ne oldun yavrum?
- Bi' bok olamadım.

ya da

- Büyüyünce ne olacaksın yavrum?
- Kendi söküğünü dikebilen bir terzi olacağım.

ya da

- Büyüyünce ne olacaksın yavrum?
- Ölü olacağım...

Havamda olsam bunun gibi onlarca geyik yapabilirim ama havamda değilim...

İstediğini olmuş, hayallerini gerçekleştirmiş kişilere de saygım sonsuzdur. Bunu da belirtmek istedim. Belki beceriksiz olan benimdir. Ama bir de binbir zorlukla uğraşıp hayallerini gerçekleştirip, hiç beklemediği bir anda her şeyi altüst olan kişiler var. Bu konu hakkında ise söyleyecek tek bir kelimem bile yok.

Bu kadar laf salatası yaptım; evirdim çevirdim... Yazının ana fikri: Bu sorunun ne kadar gereksiz bir soru olduğudur. Sormayın, sordurtmayın, bir şekilde mani olun. Uzun soluklu planlar yapmasın çocuklar... İçinde bulundukları anın keyfini sürsünler. Elbet bir şekilde bir şey olurlar.

Bu arada astronomi okuma fikrinden iyi ki zamanında vazgeçmişim. Bu bölümü okuyan kişilerle aynı binayı paylaştım ve şunu gördüm: mezun olan kişiler, aslında benim yapmam gereken işi yapmaya çalışıyorlar şu anda. Sanırım bu durumu tanımlayan tek sözcük ironidir... Bu soru ve cevap kombinasyonun en iyi örneğine bir filmde rastlamıştım. Bir şeyler öğretecek, paylaşacak havada olmadığım için filmin adını söylemeyeceğim. Bilenler zaten bilir, bilmeyenler için de google it diyorum. Repliği verip buradan uzaklaşırım:

- Büyüyünce ne olacaksın?
- Ben diktatör olacağım ya sen?
- Ben turta olacağım... "

 Ama bilmeyenler için filmin adını söyleyebilirim: Jeux d'enfants...

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Strip Poker...

Adam çeşmeyi açtı. Elini yüzünü yıkadı ve aynaya uzun süre baktı fondaki su sesiyle. İdam sehpasına doğru yürüyen bir mahkumun hissettiklerini düşünüyordu. Bu duyguyu sadece düşünmekle yetinmişti. Hiç idam edilmemişti ya da böyle bir ceza almamıştı; ama bir şeyin farkında değildi: Hayatının her alanında idam cezalarıyla karşılaşmıştı, hayatında yüzlerce kez idam edilmişti. Düşünmeye çalıştığı duygu, aslında en tanıdık olduğu duyguydu... Çeşmeyi kapadı. Elini kurulayıp kurulamamakta tereddüt yaşadı. Kartları nasıl tuttuğunun pek bir önemi yoktu. Nasıl olsa sonucun baştan belli olduğu bir oyunu oynayacaktı. Yine de belki diye içinden geçirerek ellerini kuruladı. Ama yüzünü kurulamak istemiyordu. Nefessiz kaldığı anda bir balık gibi hücrelerinin, yüzündeki su moleküllerinin oksijen atomunu ayrıştırıp kullanabileceğini umut ediyordu. Banyodan çıktı. Işığı kapatıp kapatmadığını düşündü. Şu anda önündeki oyun dışında her şeyi düşünebilirdi.

İçeri girdi. Masadakileri gözden geçirdi. Boş sandalyenin karşısında annesi, annesinin solunda babası, sağında ise ana okul öğretmeni oturuyordu. Fazla incelemeden kendine ayrılan yere oturdu. Oturduğu sandalye, masada sahibi hiç değişmeyecek olandı. Kısa süre içerisinde kartlar dağıtıldı. Pokeri yakın çevresindekilerle parasına oynamayı severdi; ama bu seferki farklıydı. Kartları dağıtan annesiydi. Adam ilk eldeki şanssızlığının devam etmemesini umdu. Babası "Pas." dedikten sonra kendisi de "Pas." dedi. Bunu ana okul seviyesindeki bir çocuğun sesiyle söylemişti. O anda o halinin masada oturduğuna iddiaya bile girebilirdi. Eğer odada bir ayna olsaydı bu iddiaya girmekte ne kadar haklı olduğunu görebilirdi... Ana okul öğretmeni "Devlet okulu." diyerek oyunu başlattı. Annesi bunu hemen görerek "Özel okul." dedi. Kartlar alındı ve eller açıldı. Anne kazanmıştı. Kartları dağıtma sırası babasındaydı. Solunda artık anaokulu öğretmeni değil de ilkokul öğretmeni oturuyordu. Eli ilkine göre fena değildi. İlkokul 3.sınıf öğrencisinin sesi ve görüntüsüne sahip bir şekilde "Tenis oynamak istiyorum." diyerek oyunu başlattı. İlkokul öğretmeni buna "Futbol." diye karşılık verdi birkaç saniye düşündükten sonra. Anne hiç bekletmeden "Satranç." dedi. Baba onaylamaz bir ifade ile "Tabi ki basket." dedi. Kart isteme ve dağıtma işi bittikten sonra bu elde şansın babanın yanında olduğunu gördü. Kazanacağını düşünmemişti zaten. Bu sefer kartları kendisi dağıttı. Masadakilerde bir değişiklik yoktu. İlkokul öğretmeni oyunu "Keman çalmalı." diyerek başlattı. Anne bu sefer daha sakin bir şekilde "Piyano çalacak." dedi. Baba sesindeki istekli havayı bastırmaya çalışarak "Saksafon." dedi. İlkokul 5 öğrencisi olarak sesi biraz daha kararlı çıkmıştı: "Gitar çalmak istiyorum."... Diğer iki ele göre daha hızlı bir oyun olmuştu. Kazanan öğretmendi...

Çocuk kolalı yakasını parçalamak istiyordu. Elini boynuna götürdüğünde yaka yerini kravata bırakmıştı. Masadan kalkan öğretmenin yerinde de dedesi oturuyordu. Dede kartları dağıttı. Sıra bu sefer annedeydi; kısa ve öz: "Özel lise." dedi. Baba "Kazandığı liseye gidecek." dedi. Bu cevaptan memnundu. Bu oyunda biraz daha şansı vardı. Babası kazandığında kendisi de kazanacaktı. Bunu düşünerek "Kazandığım lise." dedi. Dede tereddütsüz ve sert bir sesle "Askeri lise." dedi. Kendisini şanslı gördüğü bu eli kazanan anneydi. Oyun giderek sıkıcı bir hal almaya başlamıştı. Artık 18 yaşındaki haliyle masada oturuyordu. Şu ana kadar hiçbir eli kazanamamış olması bir yana, artık suratı da sivilce doluydu. Dede de yerini ablasına bırakmıştı. Kartlar dağıtıldı. Baba içkisinden bir yudum aldıktan sonra "Tıp okuyacak." dedi. Artık oyunda kazanmaya başlaması gerektiğini biliyordu. Bunun baskısı ve çatallı ergen sesiyle "Sahne sanatları." dedi. Abla hiç düşünmeden "Eğitim fakültesi." dedi. Anne "Hukuk." diyerek oyunu devam ettirdi. Zorlu oyun sonrası kazanan el babaya aitti...

Yavaş yavaş bunalmaya başlamıştı. Kalkıp gitmek istiyordu ama taşıdığı, kaybeden bir kumarbazın kazanma umudu buna izin vermiyordu. Tıp okuyan bir öğrenci suretiyle masada otururken ablasının yerini de ilk sevgilisi almıştı. Babası kartları dağıttı. Şöyle bir eline baktı. Hiçbir ağırlığının olmadığı bu oyundan kaçma isteği etkisini göstermiş olacak ki "Eğitimimin bir kısmı için İtalya’ ya gitmek istiyorum." dedi. Amacın eğitim olmadığını kendisi de çok iyi biliyordu. Sevgilisi "Gitmeni istemiyorum." diyerek karşılık verdi. İkisine anne "İngiltere." baba ise "Fransa." cevabını verdi. Kazanan sevgilisiydi. Masaya zincirlenmiş gibi hissetti kendisini; ama oyun devam ediyordu tüm acımasızlığıyla. 27 yaşlarındaki haliyle masadaydı bu sefer. İlk sevgilisi ise yerini aşık olduğu tek kadına bırakmıştı. Zaten hayatındaki kadınlar bir elinin parmaklarını geçmiyordu. Şöyle bir baktı. Onu gördüğü ilk günkü kadar güzeldi. Onu izleyerek dağıttı kartları. Kadın "Bırakacağız bu oyunu, herkesten uzakta kendi evimizde birlikte yaşayacağız." dedi. Annenin oyuna sürdüğü bahis hiç gecikmedi: "Aile dostlarımızdan birinin kızıyla evleneceksin."... Babanınki de çok hızlı olmuştu. Karşısındaki kadını göstererek "O tiyatrocuyla evlenmeyeceksin." dedi. Şu ana kadar oynanan oyunlar içinde en iyi ele sahipti. "Evleneceğim." dedi eline güvenerek. Sevdiği kadının, her ne kadar evliliğe karşı da olsa kazanma şansını da kendisininkine ekliyordu. Oyun tekrar dönerken, anne: "Aksi halde seni evlatlıktan reddederim." diyerek bahsi yükseltti. Eli ne kadar iyi olsa da geri çekildi. Annesinin blöfünü göremedi. Belki elinde ikilisi bile yoktu. Kazanmaya hiç bu kadar yaklaşmamıştı. Ağlamamak için zor tuttu kendini. Kadına son kez baktı; çünkü kadın yerini karısına bırakmak için kalkmıştı. Baba da yerini kaynanasına bırakmıştı. Kendisi de 30 yaşındaydı artık. Karısı kartları dağıttı. Anne biraz soluklandıktan sonra "3 torun istiyorum." dedi. Kaynana ise "2 torun." diyerek karşıladı. Adam son derece bıkkın, bitik bir sesle "Çocuk istemiyorum." dedi. Karısı ise "Tek çocuk." dedi. Kazanan karısıydı...

Adam bu oyunu daha ne kadar oynayacaklarını düşündü. Anne sanki düşünmesini istemiyormuşçasına yeni el için kartları dağıttı. Kaynana 35 yaşlarındaki damadının kafasından geçenleri okumuş olacak ki "Boşanırsan bütün mal varlığını kızıma bırakacaksın." diyerek yeni eli başlattı. Adam her şeyden vazgeçmeyi göze alarak "Boşanacağım." dedi. Karısının beklenen cevabı çok gecikmedi: "Boşanırsan oğlunun yüzünü göremezsin."... Anne de kendi beklenen cevabını verdi: "Boşanmayacaksın."... Adamın, kaybettiğini anlaması için kartlarına bakmaya ihtiyacı yoktu. Eli kazanan karısı oldu. Masada artık kendisi oturuyordu. Anne yerini oğluna bırakmıştı. Kaynanası da oğlunun hocasına. Hoca kartları dağıttı. Adam son derece duygusuz bir biçimde oğluna bakarak: "Sahne sanatları okuyacaksın." dedi. Karısı "Bilgisayar mühendisliği." dedi. Oğlu masadaki herkese baktı. Babasına kitlerken gözlerini "Tıp." dedi. Hoca ise "Eğitim fakültesi." dedi. Oyunu kazanan oğluydu...

Adam kaybeden bir kumarbazın tepkisiyle başını masaya koydu. Bir süre bekledikten sonra kafasını kaldırdı. Herkes gitmişti. Dirseklerini masaya dayayarak başını ellerinin arasına aldı. Kafasında bir sürü soru vardı. Bunlar tipik kaybeden kumarbazın kafasından geçen cinsten sorular değildi. Bunların arasından yakalayabildiği ilk soru: "Acaba oyunu yeniden oynama şansı olsa, daha ilk elden masayı devirip oyuna başta son noktayı koyma cesaretini bulabilir miydi kendisinde?" ya da "Arada bir yerde bunu yapabilir miydi?"... Ama bir sonraki soru daha can acıtıcıydı: "Kazanacağı sadece bir el olsaydı, hangi eli kazanmak isterdi?"... Sorularla boğuşurken yüzünde bir anda ironik bir gülümseme belirdi. Bildiği tek Fransızca cümle, şu anda içinde bulunduğu durumu en iyi özetleyen cümleydi: (*) "L’enfer c’est les autres..."


*Cehennem başkalarıdır...

1 Temmuz 2010 Perşembe

Kedi Hayvanı...

Hayatımın bir kısır döngü içinde devam ettiğine cidden inanmaya başladım. Sürekli "Bu bir dejavu." demekten gına geldi. An itibariyle uzun süre önce gördüğüm sahnenin aynısını tekrar yaşadım. Hal böyleyken gecenin bu vakti daha önce yazmış olduğum bir yazıyı yatağın altından çıkarayım dedim kendi kendime:

" Bu hayvan türünü hayatımın hiçbir döneminde sevmedim, sevemedim. Nedeninin küçükken bir kedi tarafından tırmalanmış olmam olduğunu sanmıyorum. Esas nedenini de bilmiyorum, bilmek de istemiyorum açıkçası. Çünkü sorunun ne olduğunu bilirsem çözmeye çalışırım ve bunu büyük olasılıkla başarırım ki bu da onları sevebileceğim anlamına gelir. Böyle bir şeyin başıma gelmesini asla istemem.

Hayatım boyunca sevdiğim üç tane kedi oldu. Bunlar karakterli kedilerdir. İlki veletken izlediğim Sailormoon'daki Luna adlı kedidir. Hani şu hoş ablaların olduğu anime. Abla diyorum kendilerine çünkü şu an çoluk çocuğa karışmış, yolu yarılamış kişiler olduklarını düşünmekteyim. Bahsettiğim kedi de bunlara yol gösteren bir kedidir. İkincisi üşengeçliğimin ve tembelliğimin idolü olan Garfield'dır. Kendisine saygım sonsuzdur. Üçüncü sırada da Sabrina adlı dizide yer alan Salem karakteri vardır. Bu karakterin, ilk sırada yer alan Luna adlı karakterden esinlenerek yaratıldığını düşünmekteyim. Kendisi son derece fırlama olup gönlümdeki yerini çoktan almıştır.

Bu üç kedi dışında diğerlerinden haz etmem. Burada bahsettiğim sokakta ve evlerde karşılabilecek olduklarımızdır. Aslan, kaplan gibi kedi familyasının en baba karakterleri bu kategoride yer almamaktadır.

Benim anlamadığım, böyle bir bünyeye sahipken satanist damgası yemem. Hani saçlarım uzunken, sakalımın da yardımıyla, hele bir de siyah giymişsem bunu bir derece anlıyordum da saçlarım kısa ve sakalım yokken bu ithamla karşılaşmamı hala anlayabilmiş değilim. Bir de ateistim dediğimde "Satanist misin?" diye soran alt basamak yaşam formları var ki onlara ağzımdan çıkacak bir söz veya söz öbeği bulabilmiş değilim hala. Ayrıca kedileri kesmek için önce onları tutabilmek gerekir ki ben daha o aşamaya bile gelememiş bir insanım. Bu da bu iddiaların asılsız olduğunu gösteriyor.

Sanırım laflarım, başka lafları açmakla meşgul. Bu yüzden kısa keseyim. Geçenlerde sabah 04:00 sularında yatmadan önce son sigaramı içerken, her zaman yaptığım gibi bahçenin ışığını açtım ve bahçeyi seyretmeye koyuldum. Sevmediğim bu hayvan türünün yavrusu yüksek bir yerden inmeye çalışıyordu ve salaklığına tükürdüğümün hayvanı bunu başaramamakla meşguldü. Sırf o önünü görebilsin, daha rahat inebilsin diye on dakika boyunca ışık açık bir şekilde bekledim. Üstelik sigaram bitmiş bir şekilde ayakta dikiliyordum. Bu sırada gözlerim de bana "Git yat zıbar." şeklinde feryatlarda bulunuyordu. Neyse ki on dakika içinde miyavlaya miyavlaya inmeyi başardı da uyuyabildim. Rahat uyudun mu diye sorarsanız cevabım kesinlikle "Hayır." olacaktır. Çünkü uyuyana kadar geçen ve bana sonsuzmuş gibi gelen o zaman zarfında, sevmediğim bu türe niye yardım ettiğimi düşündüm durdum ve yatakta sürekli döndüm. Her zaman derim insanlar kendilerini bilmeli diye. Ama gelin görün ki ben, hala nasıl bir insan evladı olduğumu çözebilmiş değilim.

Bu konuda Freud'dan yardım istiyorum: "Sevgili Freud, lütfen bu çelişkili adama yardım et. Ona doğru yolu göster. Ama bunu yaparken sakın annemi işin içine karıştırma. Yoksa fena bozuşuruz." "

Demişim vakt-i zamanında... Saat bu sefer 3:13... Kendimle ilgili çelişkileri mi düşüneyim; yoksa içinde bulunduğum ve hayatımın her alanında özellikle de şu sıralar belirgin bir şekilde kendini gösteren, "Benden kurtulamayacaksın." repliğini söyledikten sonra kötü adam kahkahası atan kısır döngüyü mü düşüneyim bilemedim... Ya en nefret ettiğim zamana bırakmak olayını yapacağım - ki bununla da ilgili bir yazıya rastladım yatağın altında- ya da bünyeme karşı gelip düşünmemeye çalışacağım ve hayatın tadını çıkaracağım... Her ne kadar ilki daha mümkün görünse de ikisini de yapmayacağımı biliyorum. En iyisi Freud Amca el atmışken bu konuya da bir çözüm getirsin...

23 Haziran 2010 Çarşamba

5'in 1 Bile Etmediği Anlar...



Hala düşünmekteyim. Şu bir yazıya giriş yapma olayında hayatım boyunca hep zorluk çektim. An itibariyle zorla kompozisyon yazdırılan yıllara gittim. Ödev oldu mu işim kolay olurdu: anneme yazdırırdım ki gerisini kendim getirirdim. Sosyal hayatımda yeni bir ortama karışma konusunda pek zorluk çekmem; ama iş planlanmış bir konuşmaya gelince, o an benim için işkenceye dönüşür. Yazı yazma da bir çeşit planlanmış bir konuşma; en azından giriş kısmı... Hea, bi' de şu daktilosundaki boş sayfayla günlerce boğuşan yazar tiplemesi var. Yazarlık gibi bir iddiam yok; ama bir an için kendimi öyle bir tipmiş gibi hissettim. Her neyse... Bir deneyelim bakalım planlı konuşma olayını halledebilmiş miyim kafamda?...

Sanırım halledemedim. Bir şeyleri halletmeyi bekleyerek yıllar harcayabiliyoruz. "Kaybolan yıllar"... Peh! Kulağa ne kadar da iç acıtıcı geliyor. Telafisi olmayan ya da telafisi cesaret ve güç isteyen yıllar... Açıkçası ben başaramazdım. Her ne kadar spoiler vermeyen bir bünyeye sahip olsam da tam burada, canım deli gibi spoiler vermek istedi yazının sonuna dair; ama kendimi tutuyorum. Ne diyorduk?.. Evet, hatırladım: kaybolan yılları telafi etmek... Bunu yapan insanlar gördüm. "I see dead people" dermiş gibi oldu biraz... Sanki bana bir şey anlatmak istermişçesine hayatımın birçok yerinde karşıma çıkmaya başladılar. Tam burada beş kişiden bahsetmek istiyorum... Dördü kadın, biri erkek... Bu erkek olan kişi, dört kadından biriyle evli. Neyse fazla uzatmayayım. Yaşlarını tam olarak bilmiyorum; ama bu beş kişinin yaş ortalaması için 60 desem abartmış olmam...


Bu kişilerden biri annem ki hakkında en çok bilgiye sahip olduğum kişi de kendisi. Neden acaba?... Neyse bu annem olacak kişi - Annem görseydi bu yazıyı canıma okurdu.- ben askerdeyken, yokluğuma dayanamayıp yıllardır gitmek istediği el işi kurslarından birine başladı. Yıllarca çocukları ve kocası dışında hayatı olmayan annem, küçük yaşta annesini kaybettiği için okuyamamış olmanın hıncını çıkarmanın yolunu 56 yaşında buldu. Son iki yıldır inanılmaz bir azimle hiç aksatmadan kursa gidiyor. Her geçen gün kendisini aşmak da şu aralarki en büyük meşguliyeti. Yaptığı işler cidden takdir edilesi; ama asıl takdir edilesi olan: bunca kayıp yılın acısını, bunca yıllık alışkanlıklara rağmen bir şekilde çıkaracak cesarete sahip olması... Yaptığı işi ciddiye almasının yanı sıra müthiş bir araştırma ve öğrenme isteğini de taşıması cabası... Kendisiyle gurur duyduğumu ve sonuna kadar yanında olduğumu da buradan belirtmek isterim...

2 numaralı kişi: annemin gün arkadaşı; aynı zamanda eski komşumuz. Yaşını tam olarak bilmiyorum; ama banka emeklisi olduğunu biliyorum. Geçtiğimiz hafta kendisine matematik dersi verdim. Bu haftasonu üniversite sınavlarına girdi. Sınavlar diyorum; çünkü bildiğiniz üzere artık birkaç sınavdan oluşmaktadır kendisi... Neyse... Yıllardır içinde kalan hukuk okuma isteğini son üç yıldır gerçekleştirmeye çalışıyormuş. 2007 senesinde Adalet Yüksek Okulu'nu kazandığı halde istediği bölüm olmadığı için gitmemiş. Yeni sınav sistemiyle kazanması belki cidden çok zor; ama ne olursa olsun sırf bu yaştan sonra uğraşması bile takdirimi kazanmasını sağlamıştır. Tam burada "Sen kim oluyorsun da takdirini kazanmaktan bahsediyorsun?" diyebilirsiniz. Bu sorunuzun cevabını sonda vermeyi düşünüyorum.

Gelişme bölümü içerisinde yer alan bu paragrafa da evli çiftimiz konu(k) oluyor... Umarım bu yaptığım şey bir kelime oyunu değildir. *Yok, değil; rahat olabilirsin.*... Sevgili iç sesim, sen de olmasan ben ne yapardım ki... Yolda yürüdüğüm günlerden birinde dar bir sokaktan yaşlı bir amca çıktı. Yaş tahminim ise 65'ten fazla olduğuydu. Tam önünden geçtiğim sırada, arkasından eşi hafif koşar adımlarla amcaya yetişmeye çalışırken, "Aşkım, bekle." dedi ve amcanın yanına geldiği sırada da elini tuttu. O şekilde yürümeye başladılar. İstemsiz bir şekilde arkamı döndüm ve kendileriyle göz göze geldim; sadece gülümseyebildim. Onlar da aynı şekilde karşılık verdi. Zaten o yaştaki öyle bir çiftten de farklı bir davranış bekleyemezdim... Yoluma devam ederken düşündüm. O yaşta bu şekilde olabilmek... Sanırım bir hayatın boşa geçmediğinin bir göstergesiydi.

Son kahramanımıza gelecek olursak ki kendisi, şu anda bile tüylerimin vücudumu terk etmesine yol açacak bir hikayeye sahip ve annemin arkadaşlarından bir tanesi... Bu kadının hikayesi aslında başlı başına bir yazı olabilecek nitelikte. Belki ilerleyen zamanlarda sırf onunla ilgili bir yazı yazabilirim. Vakt-i zamanında kansere yakalanmış bir kişi. Öyle bir zaman gelmiş ki artık her şeyin bittiği bir anmış. Saçlarının dökülmesi, bir gözünü kaybetmesi, kafasının bir bölümünde metal bir plaka taşıması, konuşamayacak durumda olması... Ameliyat üzerine ameliyat, tedavi üzerine tedavi... Bunların hepsi bir yana daha nefes alırken ailesinin, mezarını hazırlaması... Sanırım canlı canlı toprağa gömülmek böyle bir şey olsa gerek. Bu kişi böyle bir durumdan, Karşıyaka Belediyesi'nin Türk Sanat Müziği ile ilgili halk eğitim kurslarından birine gidecek duruma geliyor. Bununla da kalmayıp konserde şarkı söylüyor. Sahnedeki kalabalığa bakınca bir tek kişi ışıl ışıl parlıyordu ve bir tek kişi hayatın, yaşamın ne kadar güzel olduğunun farkındaydı ve o kişiyle çok kısa sohbetimiz sırasında fark ettim ki ben 26 yıllık yaşamım boyunca bu kadar hayat dolu, kıpır kıpır bir insan daha görmedim. Belki de tanrı yerine konulup tapınılması gereken varlıktı kendisi...

Beş birbirinden farklı insan... Annem hariç diğeriyle karşılaşma zamanlarımı düşününce sanki daha önce de dediğim gibi bir şeyler anlatmak istiyorlar. Anlatmaya çalıştıkları ya da bana öyleymiş gibi gelen kısım çok basit aslında. Belki de değildir bilemiyorum. Bu kişilerin yerlerine koyduğumda kendimi, o kadar cesur olamayacağım sonucuna varıyorum. Doktorun biri bana altı aylık ömrüm kaldığını söylese en fazla bir ayda ölürüm. Garip gelen de bu... Önümde böyle örnekler varken, bu kadar gençken, birçok şeyi başarma imkanım varken hiçbir şey yapmadan, sanki yatağında ölümü bekleyen, elden ayaktan düşmüş, en büyük hediyenin ölüm olduğu bir adammışım gibi davranıyorum.. İsteksizlik belki en büyük cevap olacaktır bütün bu gizli sorulara; ama bir yandan da biliyorum ki bu şekilde devam edersem, bahsettiğim bu kişilerin yaşlarına ulaştığımda birçok şeyden pişmanlık duyacağım ve sırf bu farkındalıktan ve bile bile bir şeyler yapmamış olmaktan dolayı o zaman da hiçbir bok yapmayacağım... Bu yazıyı bitirdikten sonra da her şey yazıya başlamadan önceki halini alacak ve bir bakmışım ki yıllar geçmiş gitmiş olacak... *Senden adam olmaz*... Biliyorum...



16 Haziran 2010 Çarşamba

Masal...

Başlıktan bakıp hemen kıllanmayın. Saatlerce konuşabileceğim bir konu olsa da çok uzun cümleler kurmayacağım ya da deyim yerindeyse masal anlatmayacağım ve kısa keseceğim. Belki de tahmin ettiğinizden de kısa...

Masal deyince aklınıza gelen birçok ismi ve hikayeyi gözden geçirin. Eminim saniyelik bir iş olup, siz daha ne olduğunu anlamadan her şey olup bitecektir... Kırmızı Başlıklı Kız' dan, Pamuk Prenses' ten, Yüz Yıl Uyuyan Güzel' den tutun da Külkedisi' ne, Alice Harikalar Diyarında' ya veya Rapunzel' e kadar...

Bunlardan veya bunların dışında aklınıza hangisi geliyorsa gözünüzün önüne getirin ve sırasıyla içinde bulunduğunuz, bu hikayeleri duyduğunuz ve bu masalların geçtiği zamanları düşünün... Acaba bize anlatılan bu masallar doğruydu ve hayat o zaman cidden güzeldi de sonradan mı boktan bi' hal aldı; yoksa hayat hep boktandı da bize anlatılanlar mı masaldı?... Benimkisi sadece merak... Altında herhangi bir anlam aramayın ya da arayın... Siz bilirsiniz...

7 Mayıs 2010 Cuma

Interstate 60: Episodes of the Road...

Bir film tavsiyesiyle yine karşınızdayım. Off, böyle kitlelere sesleniyormuşum gibi bir havaya bürünüyorum ya süper oluyor.

Hem köşe yazarıyım diye geçinen Yılmaz Özdil bile maksimum 200 karakter kullanıyor. Geçen yazısını bulmak için gazeteyi 2. kez gözden geçirmek zorunda kaldım.

Konu da hafta içinde dönen Hitler benzetmesiydi... İpek Böcüğü adlı blogumda annem için dişi hitler benzetmesi yaptığımı söylemiştim; sanırım R.T.E bu dediğimi görmüş ve kıskanmış olacak ki anında kullandı.

Şuraya kadar bile Yılmaz Özdil'in kullandığından daha çok karakter kullandım. Neyse ki 5 yıllık kalkınma planımda, köşe yazarlığı yapmak gibi bir düşünce yok. Zaten bir planım da yok...

Bu süperötesi entellektüel girişten sonra gelelim asıl meseleye... Başlıktan da anlayacağınız üzere filmin adı: Interstate 60: Episodes of the Road...

Bu filmi kaç kere izlediğimi bilmiyorum. Canım sıkıldıkça izlediğim filmlerden... Ayrıca ilginçtir ki belli dönemlerde bir yerlerde denk geldiğim bir filmdir... Benim için ne ifade ettiğini sonda belirteceğim zaten. Kendi yazıma dair spoiler verdiğim için kendimi alkışlıyorum. Geçenlerde de istemeden bir arkadaşa vermiştim "Shaw öldü." diyerek...

Interstate 60, fantastik bir yol filmi. Fantastik deyince aklınıza Yüzüklerin Efendisi tarzı bir şey gelmesin; ama Geleceğe Dönüş gelebilir.

Nitekim filmin senaristliğini ve yönetmenliğini, Geleceğe Dönüş'ün senaryosunu yazan Bob Gale üstleniyor. Tam sinema eleştirmenleri gibi cümle kurdum. Kendi tarzımı yansıtmam lazım bu yazıya...

Oyuncu kadrosu için söyleyeceğim tek şey; sırf bu liste için bile seyredilebilecek bir film: James Marsden, Gary Oldman, Christopher Lloyd, Chris Cooper, Kurt Russell, Amy Smart ve Michael J. Fox...

Bir dilek dileme hikayesi... Kırmızı papyonu ve maymun şeklindeki piposu ile cin, şeytan, melek vs. şeklinde karşımıza çıkan bir Gary Oldman var... James Marsden'in oynadığı baba baskısı altındaki Neal Oliver'ın doğum gününde dilek olarak cevap istemesiyle başlar olaylar..

İstediği bu dilek, bir sürü maddi dilekten sıkılmış olan O.W.Grant (Gary Oldman)'ın ilgisini çeker. Kaldı ki O.W.Grant, One Wish Grant anlamına da gelmektedir. Kendisine, 8 nolu sorduğu soruları cevaplayan bir top hediye eder. Ayrıca Ray rolündeki Christopher Lloyd'un, paketi bir yere teslim etmesi üzerine verdiği işi de kanıyla imzalayarak yola koyulur.

60 numaralı olmayan otobanı bulmasıyla olaylar da gelişmeye başlar. Yol üzerinde birbirinden ilginç kasabalara girer çıkar. Bir yandan da yıllardır sadece rüyalarında gördüğü ve resimlerini çizdiği kızı aramaktadır. Yoldaki tabelalarda da kızımız (Amy Smart) boy boy kendini göstermektedir.

"Tesadüf diye bir şey yoktur." mesajı, vermeye çalıştığı mesajların en belirgin olanıdır. O.W.Grant şöyle der: "Hiç bir şey tesadüf değildir. Sonsuz evrende imkansızın kaçınılmaz olduğu bir yer mutlaka vardır."

Bunun dışında yol üzerinde bulunan kasabalarla da bir çok konuya gönderme de bulunuyor. Avukatlık sistemi; sanat, sanatçı ve toplumun sanata bakış açısı; uyuşturucudan yola çıkarak, insanların özgürlüklerinden basitçe vazgeçmesi; mükemmel seks; dürüstlük, yalan gibi kavramlar ve aşk üzerine ciddi göndermeleri bulunuyor...

Filmin tek eksik bulduğum yönü, bu göndermeleri çok açık şekilde yapması. Biraz daha üstü kapalı yapmış olsaydı çok çok daha iyi bir film olabilirdi benim için...

Dürüstlüğü savunan, yalandan nefret eden, akciğer kanseri olan Bob Cody (Chris Cooper)'nin, sigara üzerine olan "Üstünde kanser yapar yazıyor ve evet yapıyor. Bundan daha dürüst ne olabilir ki?" repliği onun, favori film karakterlerim arasında yerini almasını sağlıyor...

Bunun yanında liseden beri çeşitli ortamlarda geyiğini yaptığım sanat ve sanat anlayışı kavramlarıyla ilgili aynı göndermeleri görünce daha bir zevk aldım filmden.

Tabi filmden zevk almamın bir diğer nedeni ise Amy Smart ki yine o masum güzelliğiyle karşımızda... Aşkın, o bildiğimiz peşinden koşmaya değer bir kavram olduğunu bir kez daha gösteriyor...

Filmin başında hastane odasındaki kart numarası ise hayata bakış açımızı; dayatılan düşünceleri sorgulamadan kabul edişimizi gözlerimizin önüne seriyor. Ayrıca aradığımız cevapları etrafımızdaki işaretleri izleyerek bulabileceğimizi de gösteriyor.


Şunu anladım ki insanlar filmin işaret dediği bu tarz şeyleri tesadüf olarak algılıyor. Bunun nedeni de bunların peşinden koşacak cesarete ve enerjiye sahip olmamaları...


Ayrıca filmin söylediği bir diğer şey ise: "Önemli olan sonuç değil; ona ulaşılan yolda yaşanılanlar ve öğrenilenlerdir ki en azından anlatacak bir hikayeniz olur."...

Uzun lafın kısası bu 2002 yapımı filmi izleyin. Muhakkak kendi adınıza çıkaracağınız bir sonuç olacaktır... En fazla sevmezsiniz. Bir şey kaybetmiş olmazsınız. Kıçı kalkık bir giriş yaptım kıçı kalkık bir şekilde sona yaklaşayım bari... Benim kötü bir film, şarkı veya kitap tavsiye ettiğim bugüne dek görülmedi. Nasıl Fenerbahçe'nin, Türkiye Kupası'nı aldığını görememişsek bu dediğimi de göremedik daha...

Not: Bu blog yazılırken bir şişe kırmızı şarap içildi ve Fransız peyniri yenildi... Yok lan! Bildiğiniz tulum ve beyaz peynir yenildi.

29 Nisan 2010 Perşembe

İpek Böcüğü...

Geçenlerde haberlerde Pasific adlı dizinin bir bölümünden bir sahne gördüm. Smyrna'yı bizim yaktığımızı iddia ediyordu. Hani soykırım iddialarını falan anlıyorum da bunu anlamakta güçlük çektiğimi belirtmeliyim.

Steven Spielberg'ten zaten haz etmezdim. Şimdi iyice tilt oldum kendisine... Burada tilt olmak, sinir olmak gibi bir şeydir. Bilmeyenler olabilir diye açıklamak istedim.

Neyse bu durum yaşadığı ülkeye bağlı olan birinin tepkisi olarak algılanmasın. Aksine yaşadığım ülkeye ait duygusal olarak en ufak bir bağım ve bu ülkeden bir beklentim yok. İlk fırsatta kaçıp gitme isteği taşıyan bir insanım; özellikle de son zamanlarda çivisinin çıktığını gördükten sonra...

Beni sinirlendiren şey bazı şeylerin iyice araştırılmadan sırf propaganda amaçlı yapılması... İsteyen tarihi açıp okuyarak kendince yorumlar. Ama bazı şeylerin hangi şartlarda nasıl oluştuğunu iyice irdelemek gerekiyor. İrdelemek kelimesini kullandığım için kendimi ayakta alkışlıyorum.

Neyse bahsetmek istediğim konu kesinlikle bu değil zaten. Daha önce de bahsettiğim serbest çağrışımın tehlikeli sınırlarında gezinerekten başka bir konuya geçiş yapacağım. Amaç araya sosyal mesaj kıstırmaktı. Şaka lan şaka! Mesaj kaygısı taşımayan bir insan evladı olaraktan tek amacım havalı bir giriş yapmaktı.

Gelelim asıl meseleye...

Bu soykırım iddialarından sonra şöyle bir geçmişime gittim ve bir de ne göreyim? Bir soykırım olayı yatıyordu geçmişimin tozlu raflarında... Bu tozlu raf tanımlamasının, bende çok eğreti durduğunun farkındayım. Böyle süslü edebi terimlerden uzak dursam iyi olacak sanırım.

Ne diyorduk? (Hadi hep birlikte) "Soy-kı-rım diyoooorduuuk."

Her şey, anneme "Sen dişi Hitlersin." dememle başladı... Veletken, çocukça bir hevesle ipek böceği besleme kararı almıştım. Hatta bu kararımı da 5 tane alarak anında uygulamaya geçirmiştim... Öyle ipek böceği çiftliği kurmak gibi bir hayalim yoktu. Amacım sadece beslemekti...

Belki ilk anda ipek böceği ordusu yapmak istemiş olabilirdim; ama kısa sürede olmayacağını da anlayacak kadar zeki bir velettim...

Elimde kutuyla eve gelmiştim. Özenle dut yapraklarını da yerleştirdikten sonra beklemeye koyuldum. Uzun bir süreçti...

Önce miskin miskin dut yapraklarını kemiriyorlardı. Zamanla koza yapmaya başlamışlardı. Bitirdiklerinde ise en gizemli dönem başlamıştı: Koza evresi...

Bu zaman zarfında, içeride olup bitenleri izleyememenin getirdiği buruk bir hevesle beklemeye başladım. Bir sabah gördüm ki kozadan çıkıp kelebek olmuşlardı. Öyle süper görünümlü kelebeklerden değillerdi; ama yine de güzellerdi. Sonuçta benim beslediğim ve o hale gelmelerini sağladığım yaratıklardı...

Çiftleştiler... Tabi böcekleri aldığım kadının elinde sadece 5 tane kalması ve bir daha getirmeyecek olması sebebiyle bir tanesi boşta kalmıştı... Hayatından zevk alamadan ölmüştü zavallı...

Çiftleşip yumurtladıktan sonra da ölmüşlerdi zaten. Yarı sevinç yarı hüzünle yumurtaları bir araya getirdim...

İşte bundan sonrası hikayenin başladığı yer...

Annem bunları alıp küçük bir ilaç şişesine koydu; sonra hangi akla hizmet ederek buzdolabına koyduğunu anlayabilmiş değilim...

Sonrası malum...

Onlarca ipek böceği daha doğmadan yok olmuştu...

Bu girişte bahsettiğim olaylar silsilesi sırasında bu olay geldi aklıma ve anneme "Sen dişi Hitlersin. O fırınlarda yaktı; sense dondurarak bir katliam gerçekleştirdin" dedim...

Yaptığım tamamen espriydi; herhangi bir gerçeklik taşımıyordu. En azından ben öyle sanıyordum; ta ki geçenlerde eve geldiğimde annemin, içerisinde dut yapraklarını kemiren birbirinden obur 5 ipek böceği bulunan bir kutu ile karşıma dikildiği ana kadar... Resmen şok olmuştum; hatta uzun zaman sonra ilk defa bu kadar şaşırmıştım...

O an, bulanık bir efekt yardımıyla, okul çıkışında kolalı yakasını açmış, yüzünde aptal bir sırıtış olan ve elinde ipek böceklerinin bulunduğu bir kutu taşıyan o çocuğu gördüm... Hatta ben de elimdeki kutu ile o çocuğa eşlik ediyordum artık...

Yaptığım esprinin annemi incittiğini sanmıyorum. Belki ciddiye almış olabilir; ama yaptığı hareket tamamen benim esprime bir karşılıktı... Neyse ki çok da güzel bir cevap verdi...

Yaşanılan kişisel ve toplumsal olaylardan dolayı midemin bulandığı ve insanlardan soğuduğum şu sıralar o kadar güzel oldu ki bu süpriz; anlatamam... Artık sabahları kalktığımda merak edeceğim bir şeyler var. Kaldı ki onların o büyüleyici gelişimlerini, artık bazı şeylerin daha da farkında olarak, bilinçli bir şekilde gözlemleyebileceğim... Bu sefer o yumurtadan çıkışlarını da izleyebileceğim... En azından umuyorum.

Hoparlörlerden bir tanesinin yanında duruyorlar... Sadece dut yaprakları yemekle kalmayıp, müzik de dinleyebilecekler... Ama şu bir gerçek ki aşırı derecede oburlar...

Acaba bana, "İyice zayıfladın. Artık bir şeyler ye doğru dürüst." demeye mi çalışıyorlar?

Yok yav, o kadar kaptırmadım kendimi... Ama 5 tane ipek böceğinin bile bana tekrar yaşama sevinci kazandıracağını söyleselerdi inanmazdım... Yapılacak ilk iş: acilen bir 3 tane daha alıp sayıyı çift yapmak...

Bahçenizde, mahallenizde dut ağacı falan varsa yaprak toplayın bana bol bol... Bu sefer kararlıyım: O orduyu kuracağım...