19 Şubat 2010 Cuma

Happy - Go - Lucky

Bu kadar zamandan sonra, bir daha öğlen vakti oturup televizyonda film izleyeceğim aklıma gelmezdi. En son bu şekilde film izlediğimde velettim sanırım ve izlediğim film de Show Tv'nin çocuk kuşağında vermeyi tercih(!) ettiği Edward Scissorhands idi...

Üzerinden 15 yıl geçmiştir. Neyse Digiturk'ün kanallarının 2 ay açık olması, televizyon izlememe sebebiyet veren olaydır.

Sadece maç yayını vererek para kazanmaya çalışmak gibi zayıf bir satış politikası benimsememişler. Bugünkü A.Madrid - Galatasaray maçındaki görüntü faciasını gördükten sonra, maç yayını konusunda da takdirimi kazanmıştır. Neyse bu kadar reklam yeter. Para falan almıyorum kendilerinden.

Filme gelecek olursak, adı: Happy-Go-Lucky... Yönetmen Naked ve Vera Drake filmlerinin de yönetmeni olan Mike Leigh...

Vera Drake'i nedense beğenmemiştim.

Neyse film, Pauline (Poppy) adlı bir ilkokul öğretmeninin hikayesini anlatıyor. Hatun güzel değil. Çekici de değil. Hatta bir de üstüne tamamen rüküş...

Sürekli mutlu dolaşan, etrafına gülücükler saçan ve sürekli hareket halinde olan, 30 yaşında ve ev arkadaşı Zoe ile yaşayan bir hatun... Eee, "Bunun neresi ilginç?" diyebilirsiniz. Hatunun bu kıpır kıpır ve mutluluk saçan hali bir süreden sonra sinir bozucu bir hal alabiliyor.

Aslında bu tarz gülücük saçan filmleri sevmem. Pollyannacılık da en nefret ettiğim yaşam felsefesidir(!)...

Poppy birçok gerçeğin, yaşamdaki trajedinin farkında olan bir karakter. "Hadi olaya iyi açıdan bakalım." demiyor. Yaptığı şey: Umursamamak ve ne olursa olsun yaşadığı andan, hayattan zevk almak...

Poppy karakterini ya çok seversiniz ya da nefret edersiniz. Arasında olmanız mümkün değil. Etrafımda böyle bir tip olsaydı diye düşündüm bir an için. Şu sonuca vardım: önce nefret ettiğimi sanırdım; yakınlaşma gibi bir durum söz konusu olunca da kendisine hayran olurdum; sonra da bu hayranlığım aşka dönüşürdü. Belki de en sağlam dostum olurdu. Tabi direksiyon öğretmeni Scott da bunu yapıyor ama bazı şeyleri kıçından anlayarak.

Neyse bu Poppy kızımız "En azından bir kişinin yüzünü güldürürüm ki bundan ne zarar görebilirim?" sloganıyla, soğuk ülkenin soğuk insanları olarak aklımıza yerleşmiş İngiliz kültürüne ise tamamen ters bir karakter.

Mike Leigh sanırım burada, ülkesinin bir eleştirisini yapıyor. Scott ise her ne kadar toplum eleştirisi yapan biri gibi görünse de, aslında eleştirdiği o toplumu temsil ediyor. Aslında kendisiyle çelişen bir karakter...

Filmin bütün bir hikayesi yok. Aslında ilk bakışta filmin bir hikayesi olmadığı düşüncesine de kapılmak mümkün... Değinilen konuların çoğu havada kalıyormuş gibi. Ama Poppy'nin kişilerle olan ilişkilerini başlı başına bir hikaye gibi düşünmek lazım...

Film aslında komedi-dram türünde de olsa ciddi bir sistem eleştirisi yapıyor. Özellikle diyalogların üzerinde durulması mantıklı olacaktır. Poppy, Scott, Zoe; Poppy' nin evli, planlı programlı yaşayan ve çocuk bekleyen kız kardeşi; flamenko hocası, Poppy' nin öğrencisi Nick... Aslında hepsi toplumun bir kesimini simgeliyor. Her ne kadar mutluluk filmi gibi dursa da aslında bir trajedi anlatılıyor. Toplumun kendisinin yarattığı bir trajedi ve belki de sırf bu yüzden pollyannacılıktan nefret eden ben, bu filmi sevdim. "Oturun, izleyin!" derim.

Güzel, hoş, sade, gerçekçi bir anlatımı var. Sıkacağını da sanmıyorum açıkçası. Filmin en beğendiğim replikleri:

  • Poppy' nin bisikletinin çalındığını gördükten sonraki tepkisi:

- Onunla vedalaşamamıştım bile.

  • Poppy ve Scott arasındaki diyalog:

Poppy: Satanist misin?
Scott: Tam tersine.
Poppy: Papa mısın yani?
Scott: İkisi arasında bir fark yok.
Poppy: Peki onun bundan haberi var mı?

  • Bir diğeri ise:

Zoe: Sigarayı bırakmalıyım.
Poppy : İyi fikir. Ben neyi bırakayım?
Zoe: İyi olmayı bırakabilirsin. Herkesi mutlu edemezsin.
Poppy : Dünyaya fazladan bir gülücük getirmeye çalışmanın ne zararı var?
Zoe : Haydi, Poppy.
Poppy : Biliyorum, biliyorum.

9 Şubat 2010 Salı

Gazetelerin Cumartesi Eki Kıvamında...

Hafta sonları evde canınız sıkıldıysa size üniversite yıllarında sıkça gittiğim mekanı tavsiye edebilirim. Mezun olduktan sonra da giderdik de uzun zaman olmuş gitmeyeli...

Müzik türünü değiştirmişler. "Metal metal nereye kadar, artık yaşlandık kafamız almıyor." diyorsanız, "Bu mekana tekrar uğrayın." derim. Rock'n'roll türünde müzik yapan Ters Yön adlı grup, oldukça sağlam bir repertuara sahip...

Ondan sonra çıkan Melissa & Record adlı grup ise pop coverlarından oluşan bir repertuarla karşımıza çıkıyor. Hatun sahnede gayet güzel duruyor, iyi de dans ediyor; ama gel gör ki sesi çok tiz. Bazı şarkılarda kulağınızın tırmalandığını hissediyorsunuz. Bence sahneye çıkış saati bakımından yer değiştirirlerse çok daha güzel olur mekan için.

Rock'n'roll yapan bir grup neden sonra çıkmaz hala anlamış değilim. Bu düşüncemizi de istek kutusuna yazarak belirttik zaten. Ayrıca gecenin ilerleyen saatlerinde sigara içmenize de izin veriyorlar ki çok da güzel oluyor.

Başlığa ve içeriğe bakarak film ve kitap tavsiyesinde de bulunmam gerekiyor sanırım. 3 hafta önce izlediğim Gölgesizler filmini tavsiye ederim. "3 Hafta önce izlediğin filmi niye şimdi tavsiye ediyorsun?" diyebilirsiniz. Sorgulayan insanlara saygı duyarım. Filmin senaristi ve yönetmeninin söyleşisini izledim de o yüzden. Kitapta birçok konunun ele alındığını; ama kendisinin bu birçok konudan politik olanın üzerinde durduğunu söylüyor Ümit Ünal... Sanırım kitabı ve filmi ayrı ayrı incelemek gerekiyor.

Bu arada bir arkadaşımın, Playboy Late Night adlı gösteriye 12 tane özel davetiyesi olduğunu, gösteriden 2 gün sonra söylemesi içime evlat acısı gibi oturdu. Bi' de üstüne davetiyeyi verip, "Gittim diye hava atarsın." diyerek sıçtım üstüne de sıvadım tarzındaki davranışını hiç onaylamıyorum. Playboy güzellerini artık bir gün olur da Amerika'ya gidersek izleriz. Maddi ve manevi zararsın bea arkadaş... Peh! Arkadaş seçimlerimi gözden geçirme planımı acilen devreye sokmam lazım...

Ayrıca Pes 2010 alışık olduğumuzun dışında bir oynanışa sahip. Neyse ki yıllar öncesine dayanan bir alt yapımız var. Giggs ile çektiğim o harika şutun iki direkten dönmek yerine, ağlarla kucaklaşması gerekiyordu lan...

Bu da haftanın diyaloğu olsun:

Turhan: Şu sol taraftaki grupta bir tane Avarel var, gördün mü?

Ben: Görmem mi...

Turhan: Geçenlerde Daltonlar'ı saymaya kalktım. Joe ve Avarel' de tıkandım. Sonra aklıma Joe, Hansel, Gretel ve Avarel geldi...

Ben: Ahahahaha... İyiymiş. Sanırım Joe, Hansel, William ve Avarel'di.

Turhan: Hansel kesin var diyorsun yani?

Ben: 4. yü hatırlayana kadar yerini koruyor, evet!

Turhan: Neden Gretel değil de Hansel?

Ben: Erkek ve sırasına uygun olduğu için...

Ertesi gün Hansel işten kovuldu ve yerine olması gerektiği gibi Jack getirildi...

3 Şubat 2010 Çarşamba

Güncel Müncel, Özlem Mözlem, Tavsiye Mavsiye...

Bugün aklıma geldi. Veletken bakkaldan aldığımız Turbo sakızlarının kokusunu özlemişim. Hani şu araba resimleri çıkan sakız...

Sonra kurumuş yaprağa bastığımda çıkan çıtırtı dolu sesi de özlemişim. Uzun süredir bütün yapraklar ıslak... Yani bastın mı ses çıkmayanlardan.

Sonra Kate' i özlemişim. Gerçi bu özlemimi şu anda inmekte olan bölümü izleyince gidereceğim sanırım. Ama bir turbo sakızı kim alacak bana ya da ayaklarıma kim serecek kurumuş yaprakları?... Peh...

Haber izlemeyen bir adamım... Çünkü günlük küfür etme ortalamamı en çok yükselten şeylerden biridir haber izlemek ya da gazete okumak.

Neyse uzun bir aradan sonra gündüz vakti Cnbc-e'yi açtım... Enerji bakanı ile Amerikan Büyük Elçisi'nin ortak açıklaması vardı. Çok sevdiğim ironi kelimesinin tam karşılığını gördüm resmen...

Sayın Elçi (Böyle seslenmiyorlar mı bunlara?) açıklamasının bir kısmını sanırım Türkçe yapacaktı. Bunun için asistanına birkaç soru sorarken, tipine edecek söz dahi bulamadığım tepeden inme Enerji Bakanı aynen şunu söyledi: "Sayın Büyük Elçimizin Türkçesi çok... development."

Çok sevdiğim ironi kelimesinin karşılığını ne kadar alsam da bu basın açıklamasından, küfür etmemi engelleyemedi bu tatmin duygusu... Hatta içimden geçenleri iç ses olarak aynen aktarıyorum: *Tipini tanımlayacak tek kelimem bile yok. Ama seni bakan yapanın; seni bakan yapan kişiyi oraya getirenin ben beynini...* Neyse vicdanım yine el vermedi, gerisini getiremedim. Telaffuz ederken güzel oluyor da yazıda küfür pek hoş durmuyor bazen...

Fark ettiğim bir diğer şey de uzun süredir Manchester United maçı izlememiş olmam... Neyse ki bu özlemimi bu hafta giderdim. Arsenal ile oynadıkları maçı izlemenizi tavsiye ederim. Özellikle de bizim ligimize kaliteli diyen kişiliklerin izlemesini isterim. Atılan her gol mükemmeldi. Özellikle de M.United'ın (bizim) attığı goller ders niteliğindeydi. Sonra bir de Deportivo – R.Madrid maçında Guti'nin, Benzema'ya attırdığı golü izleyin.

Üzerine öğrendiklerinizi pekiştirmek amacıyla S.Gijon – Barselona maçını izleyin. Sonra kalite anlayışınızı tekrar gözden geçirin. Hea, bu arada Arsenal – M.United maçı ilk kez üç boyutlu olarak yayınlandı. Biz daha doğru dürüst HD yayına geçememişken, adamlar üç boyutlu yayın yapıyorlar. Hazır kalite olayını düşünürken ve eliniz değmişken, şu yıllardır ağzımıza sakız olan "Türk’ün Gücü" meselesini de gözden geçirin...

Çok pis içimi döktüm lan...