25 Temmuz 2010 Pazar

Bir çeşit intikam...

Hayatımın hiçbir döneminde uyku problemi çekmedim. Güzel bir özellik… Çocukken de masallarla veya ninnilerle uyumadım. Genelde hayal kurardım. Kurduğum hayaller de izlediğim çizgi film ve animeler üzerine olurdu. Bazen hala hayal kurarım boş zamanlarımda ki zamanlarımın çoğu boş bu aralar. Ama son zamanlarda canımı sıkan bir olay var. Çocukluğuma tecavüz ediliyormuş gibi hissediyorum. Özellikle de veletken izlediğim çizgi filmlerin yeniden çevrimlerini izleyince. Bunu yapmaya kimsenin hakkı olmadığını düşünüyorum...


Madem onlar kendilerinde bu hakkı buluyor; ben de ninnilerle büyüyenlerin çocukluğuna tecavüz etme hakkını buluyorum kendimde. Bir nevi düşerken başkasını da çekme psikolojisi.

Giriş için bu kadar cümle yeterli sanırım. Hani bir ninni kıvamında çocuk şarkısı vardı:

“Mini mini bir kuş donmuştu.
Pencereme konmuştu.
Aldım onu içeriye
Cik cik cik cik ötsün diye.
Pırpır ederken canlandı.
Ellerim bak boş kaldı.

Uzun bir süredir bu çocuk şarkısının aslında masum bir çocuk şarkısı olmadığını düşünüyorum. Çocuğunu uyutmaya çalışan bir anne tarafından değil de böyle süslenip püslenip bütün gün evinin penceresinde ya da balkonunda mahallenin erkeklerine cilve yapan evde kalmış bir kız ya da dul bir kadın tarafından yazıldığını kanısındayım...

Zamanında bir haber okumuştum: Bu büyük animasyon şirketlerinde çalışanların, çizgi filmlerde seks içerikli göndermeler yapması üzerine... Misal, karakterlerden birinin bir yerden düşmesiyle çıkan toz bulutunu çok yavaşlatılmış bir şekilde izlediğinizde sex yazdığını görebilirsiniz. Bu adamların bunu eğlence için yaptıklarını düşündüğümden o bilindik Amerikan komplo teorilerine girmeyeceğim. Zaten yeri de değil...

Gelelim bu hanım kızımıza... Onun da bunu yaparken gayet masum olduğunu düşünüyorum. Tek amacı mahallenin erkeklerine üstü kapalı mesaj yollamaktı. Bunu bir şekilde duyan kişiler “Ah, zavallı donmuş kuş!” tan yola çıkarak şarkının altında yatan mesajı görmezden gelip sevimli bulmuşlardır. Aranızda “Yuh, artık! O kadar da değil, kafan neye çalışıyor.” diyenler olacaktır. Açıkçası umrumda olmayacaksınızdır. Çünkü kimse bana bu şarkının masum bir çocuk şarkısı olduğunu anlatamaz. Özellikle de son mısrada yapacağınız ufak bir değişimle bu tezimi ispatladıktan sonra… Bu değişiklik: Uygun bir yere “e” harfini getirmek ve uygun bir yerden de “k” harfini çıkarmaktır. Eğer dediğimi doğru bir şekilde uygulayabildiyseniz ne demek istediğimi da anlamış olacaksınızdır. Buna rağmen yine ikna olmayabilirsiniz. “Tesadüf, senin için fesat.” der geçersiniz; ama ben bunun tesadüf olmadığını düşünüyorum; özellikle de yaşamda tesadüflere inanmayan bir insan olarak... Zaten önce de belirttiğim gibi pek de umrumda değil ne düşünüldüğü. Amacım ninnilerle büyüyen velet tayfasına bir darbe vurmaktı ve başardığımı da düşünüyorum açıkçası...

Tam burada da G.o.r.a'daki Arif edasıyla şunları söylemek istiyorum: "Hey! Amerikan film sektörü sen kim oluyorsun da konuşan Pembe Panter ya da Tom ve Jerry yapıyorsun. Sen kim oluyorsun da mutasyon devamı diye üzerine oturduğun iki loplu organından uydurduğun terimlerle Ninja Kaplumbağalar’ı ya da Spider-man’i bir ucubeye dönüştürüyorsun... Sen kim oluyorsun da o görkemli Transformers’ları şebeğe çeviriyorsun. Bunların telif hakkı sende diye kendinde nasıl bu hakkı buluyorsun. Artık çocukluğuma tecavüz etmekten vazgeç. Üzülürsem üzerim..."

15 Temmuz 2010 Perşembe

Şu İlişkileri Rahat Bıraksak Ya...

Uzun zamandır şöyle bakıyorum yazılanlara... Özellikle de Twitter’ı düzenli olarak kullanmaya başladığım zamandan bu yana... En çok ilgimi çeken şey ağırlıklı olarak ilişkiler hakkında yazılması... Buna karşı değilim kesinlikle. Birazdan ben de bu konuyla ilgili ahkam keseceğim zaten. Yeni bitmiş ilişki acısıyla veya sinirle yazılanlar dışında genelde de doğru yapılan tespitler. Bu doğruluk her iki cins için de geçerli. Ayırım yapmıyorum bu konuda.

Bahsetmek istediğim aslında bu ahkam kesmelerin son derece mantıksız olduğu... Şahsen bu doğru dediğim tespitleri yapan kişilerin bir ilişki yaşamadığını ya da bir ilişkiden çıkıp belli bir atlatma sürecini aşmış kişiler olduğunu düşünüyorum. Okumayı söktüğümden bu yana geçen 19 yıllık süre zarfında bu konu hakkında yazılıp çizilen bir sürü kadın-erkek dergilerine, gazetelerin cumartesi ve pazar eklerine ve kitaplara şahit oldum; okuma gerektirmeyen dizilerde de aynı durum söz konusu. Bu 19 yıllık sürecin dışında da yıllardır insanlık bu konuyla uğraşmıştır. Nitekim hala sürmeyen evlilikler, ilişkiler hayatımızda yer almaktadır. Üstüne yazılan çizilen şeyler daha da fazlalaşmaya başlamıştır. İşe yaramayan bir şeyi inatla, neden bu kadar uzattığımızı da anlayabilmiş değilim... İşe yaramıyorlar, yaramayacaklar da... Yaramamasının nedeni de tespitlerin yanlış olması vs. değil. Cevap çok basit aslında: Yapılan tespitler mantıklı; yani ilişki yaşayan hiç kimse, ilişki sırasında mantığını kullanmıyor... İlişki dediğimiz şeyi kontrol eden tek şey duygular ve buna bağlı iç güdülerdir. Zaten mantığı devreye sokup bir şeylere cevap aramaya başladığımızda ilişkinin sıçış dönemi başlıyor... Bu yüzden istediğimiz kadar mantıklı çıkarımlar yapalım; elde edeceğimiz tek şey koca bir hiç olacaktır...

Bu konu hakkında benim ne düşündüğüme gelelim… Açıkçası aşk bana göre bir mücadeledir. Bunu her şekilde algılayabilirsiniz. İster bir oyun, ister bir savaş… Ben aşkı, Pat Benatar Ablamız’ın da zamanında Love Is A Battlefield şarkısında da dediği gibi bir savaş olarak kabul ediyorum.

Peki hangi durumlarda biter; hangi durumlarda devam eder?

- Bu, tarafların yenişemediği, dengeli bir mücadele olmalıdır… Taraflardan biri, diğerine ezici bir üstünlük sağlayıp dengeyi bozarsa biter.

- Taraflardan en az biri, bu mücadeleden yorulup teslim bayrağını çekerse biter…

-Her iki taraf da mücadele etmeyip barış içerisinde yaşamak gibi sessiz bir anlaşmaya bürünürse ilişki yine devam eder. Bu şu demektir: “Aşk sevgiye dönüştü” ya da “Heyecanı bitti ama alışkanlıklar var.”…

- Taraflardan en az biri bu mücadeleyi, bokunu çıkarıp hırsa dönüştürürse; işte o zaman nefret işin içine girer…

- Bazen mücadele durur, bir süre ateşkes halinde devam edilir; ama bu bir süre sonunda taraflardan biri, mücadeleyi tekrar başlatır ve o şekilde devam eder… İşte bunu sağlayabilirseniz de aşkınız devam eder…

Bu konuda kestiğim ahkam budur… Kimine göre doğrudur, kimine göre yanlıştır.. Herkes kendi ilişkisine göre çıkarım yapar. Ne kadar yaşadıklarımızı sadece bize özel sansak da insanların yaşadıklarının çok da farklı olmadığını düşünürsek bu çıkarımları genele de vurabiliriz ki öyle de yapıyoruz… Yarın öbür gün bir ilişki yaşıyorken söylediğim veya okuduğum hiçbir şey umrumda olmayacak… Hatta öyle ki *Ulen hani böyle demiştin; şimdi ne yapıyorsun tırt insan.* diyen iç sesim, sesini bana duyuramayacak…

İşte bu yüzden tamamen duyguların hakim olduğu bir olay hakkında mantık yürütmek zaman kaybından başka bir şey değildir. Ancak sinir atıp anlık rahatlama söz konusudur. Ben ilişkilerin rahat bırakılması ve zamanı gelince de gözümüzü karartıp sonuna kadar yaşanması gerektiğini düşünüyorum ki zaten öyle oluyor… Ayrıca bütün bu mantıksal çıkarımların kaynağı atlatma sürecinde yaşanılanların yoğunluğuna göre çekilen acıdır. Bunun da yaşanması gerektiğini benim gibi birçoğunuz da biliyor zaten…








13 Temmuz 2010 Salı

Büyüyünce ne olacaksın?..

3-4 gün önce kpss'ye girip bazı şeylerin saçmalığına tekrardan şahit olunca, yine geçmişte yazdığım yazılardan biri geldi aklıma... Madem aklıma gelmişken ve hazır sıkıntıdan patlıyorken eğilip yatağın altından çıkarayım dedim bu yazıyı... Nasıl olsa bu ülkede aradan değil 8 ay 8 yıl geçtiğinde bile değişmeyen şeyler olduğu sürece "Eski yazılarınızı her zaman kullanabilirsiniz." der ve lafı uzatmadan neler karaladığıma bir göz atmanız için aradan çekilirim:

" Herhalde hayatının bir döneminde bu soruyla karşılaşmamış kimse yoktur? Akraba ziyaretlerinin, veli toplantılarının, annelerin altın günlerinin vazgeçilmez sorusudur...

Toplu iğneyi bile üretemediğimiz bir toplum olduğumuzu söylediğim 7.sınıfa (o zamanlar ortaokul 2 diye geçiyordu) kadar bu soruya astronom diye cevap verirdim. Ondan sonra da bu soruyu soran hiç kimse bir cevap alamadı benden. Şu anda gördüğüm velet tayfasına bu soruyu sorabilecek durumdayken bile sormuşluğum yoktur. Yaşadığımız ülkeyi ve astronomi kelimelerini bir cümle içinde kullandığımı düşününce "Ne kadar da çocuksu bir hayalmiş." derim kendi kendime. Bir de Tarık Akan' ın oynadığı bir dizi vardı Trt' de. Arkeologtu Tarık abi... O diziyi izleyince de arkeolog olabilirim demiştim. Ama çok geçmeden farketmiştim ki ikisini de olamazdım. Hadi astronomiyi anladım da, yüzyıllardır her türlü kültürün hüküm sürdüğü bu topraklara sahipken, arkeolojinin gelişmemesini hala anlayabilmiş değilim...

Gökyüzü ve toprağın altı hep ilgimi çekmiştir; ama gelin görün ki bir şekilde ikisi arasında hapsolmuş durumdayız.

Bir de hayatın, büyümesine izin vermedikleri var. Kim bilir bu soruya hangi umutlarla, hangi hayallerle cevap vermişlerdi? Bu soruyu sorduğunuz çocuk büyüyecek bir şekilde; şansı(!) varsa okuyacak; üniversite sınavına girecek -ki zaten hayallerinden vazgeçmiş olacak-; gelen puana göre tercih yapıp istemediği bir bölüm okuyacak; bir şekilde bitirecek ve bir iş bulup, monoton bir hayat sürecek. Ortalamaya baktığımız zaman, en iyi(!) ihtimalle böyle bir senaryonun beklediği kişilere bu sorunun sorulması ne kadar da aptalca.

- Büyüyünce ne olacaksın yavrum?
- Bok olacağım.

Yıllar sonra

- Büyüdün ne oldun yavrum?
- Bi' bok olamadım.

ya da

- Büyüyünce ne olacaksın yavrum?
- Kendi söküğünü dikebilen bir terzi olacağım.

ya da

- Büyüyünce ne olacaksın yavrum?
- Ölü olacağım...

Havamda olsam bunun gibi onlarca geyik yapabilirim ama havamda değilim...

İstediğini olmuş, hayallerini gerçekleştirmiş kişilere de saygım sonsuzdur. Bunu da belirtmek istedim. Belki beceriksiz olan benimdir. Ama bir de binbir zorlukla uğraşıp hayallerini gerçekleştirip, hiç beklemediği bir anda her şeyi altüst olan kişiler var. Bu konu hakkında ise söyleyecek tek bir kelimem bile yok.

Bu kadar laf salatası yaptım; evirdim çevirdim... Yazının ana fikri: Bu sorunun ne kadar gereksiz bir soru olduğudur. Sormayın, sordurtmayın, bir şekilde mani olun. Uzun soluklu planlar yapmasın çocuklar... İçinde bulundukları anın keyfini sürsünler. Elbet bir şekilde bir şey olurlar.

Bu arada astronomi okuma fikrinden iyi ki zamanında vazgeçmişim. Bu bölümü okuyan kişilerle aynı binayı paylaştım ve şunu gördüm: mezun olan kişiler, aslında benim yapmam gereken işi yapmaya çalışıyorlar şu anda. Sanırım bu durumu tanımlayan tek sözcük ironidir... Bu soru ve cevap kombinasyonun en iyi örneğine bir filmde rastlamıştım. Bir şeyler öğretecek, paylaşacak havada olmadığım için filmin adını söylemeyeceğim. Bilenler zaten bilir, bilmeyenler için de google it diyorum. Repliği verip buradan uzaklaşırım:

- Büyüyünce ne olacaksın?
- Ben diktatör olacağım ya sen?
- Ben turta olacağım... "

 Ama bilmeyenler için filmin adını söyleyebilirim: Jeux d'enfants...

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Strip Poker...

Adam çeşmeyi açtı. Elini yüzünü yıkadı ve aynaya uzun süre baktı fondaki su sesiyle. İdam sehpasına doğru yürüyen bir mahkumun hissettiklerini düşünüyordu. Bu duyguyu sadece düşünmekle yetinmişti. Hiç idam edilmemişti ya da böyle bir ceza almamıştı; ama bir şeyin farkında değildi: Hayatının her alanında idam cezalarıyla karşılaşmıştı, hayatında yüzlerce kez idam edilmişti. Düşünmeye çalıştığı duygu, aslında en tanıdık olduğu duyguydu... Çeşmeyi kapadı. Elini kurulayıp kurulamamakta tereddüt yaşadı. Kartları nasıl tuttuğunun pek bir önemi yoktu. Nasıl olsa sonucun baştan belli olduğu bir oyunu oynayacaktı. Yine de belki diye içinden geçirerek ellerini kuruladı. Ama yüzünü kurulamak istemiyordu. Nefessiz kaldığı anda bir balık gibi hücrelerinin, yüzündeki su moleküllerinin oksijen atomunu ayrıştırıp kullanabileceğini umut ediyordu. Banyodan çıktı. Işığı kapatıp kapatmadığını düşündü. Şu anda önündeki oyun dışında her şeyi düşünebilirdi.

İçeri girdi. Masadakileri gözden geçirdi. Boş sandalyenin karşısında annesi, annesinin solunda babası, sağında ise ana okul öğretmeni oturuyordu. Fazla incelemeden kendine ayrılan yere oturdu. Oturduğu sandalye, masada sahibi hiç değişmeyecek olandı. Kısa süre içerisinde kartlar dağıtıldı. Pokeri yakın çevresindekilerle parasına oynamayı severdi; ama bu seferki farklıydı. Kartları dağıtan annesiydi. Adam ilk eldeki şanssızlığının devam etmemesini umdu. Babası "Pas." dedikten sonra kendisi de "Pas." dedi. Bunu ana okul seviyesindeki bir çocuğun sesiyle söylemişti. O anda o halinin masada oturduğuna iddiaya bile girebilirdi. Eğer odada bir ayna olsaydı bu iddiaya girmekte ne kadar haklı olduğunu görebilirdi... Ana okul öğretmeni "Devlet okulu." diyerek oyunu başlattı. Annesi bunu hemen görerek "Özel okul." dedi. Kartlar alındı ve eller açıldı. Anne kazanmıştı. Kartları dağıtma sırası babasındaydı. Solunda artık anaokulu öğretmeni değil de ilkokul öğretmeni oturuyordu. Eli ilkine göre fena değildi. İlkokul 3.sınıf öğrencisinin sesi ve görüntüsüne sahip bir şekilde "Tenis oynamak istiyorum." diyerek oyunu başlattı. İlkokul öğretmeni buna "Futbol." diye karşılık verdi birkaç saniye düşündükten sonra. Anne hiç bekletmeden "Satranç." dedi. Baba onaylamaz bir ifade ile "Tabi ki basket." dedi. Kart isteme ve dağıtma işi bittikten sonra bu elde şansın babanın yanında olduğunu gördü. Kazanacağını düşünmemişti zaten. Bu sefer kartları kendisi dağıttı. Masadakilerde bir değişiklik yoktu. İlkokul öğretmeni oyunu "Keman çalmalı." diyerek başlattı. Anne bu sefer daha sakin bir şekilde "Piyano çalacak." dedi. Baba sesindeki istekli havayı bastırmaya çalışarak "Saksafon." dedi. İlkokul 5 öğrencisi olarak sesi biraz daha kararlı çıkmıştı: "Gitar çalmak istiyorum."... Diğer iki ele göre daha hızlı bir oyun olmuştu. Kazanan öğretmendi...

Çocuk kolalı yakasını parçalamak istiyordu. Elini boynuna götürdüğünde yaka yerini kravata bırakmıştı. Masadan kalkan öğretmenin yerinde de dedesi oturuyordu. Dede kartları dağıttı. Sıra bu sefer annedeydi; kısa ve öz: "Özel lise." dedi. Baba "Kazandığı liseye gidecek." dedi. Bu cevaptan memnundu. Bu oyunda biraz daha şansı vardı. Babası kazandığında kendisi de kazanacaktı. Bunu düşünerek "Kazandığım lise." dedi. Dede tereddütsüz ve sert bir sesle "Askeri lise." dedi. Kendisini şanslı gördüğü bu eli kazanan anneydi. Oyun giderek sıkıcı bir hal almaya başlamıştı. Artık 18 yaşındaki haliyle masada oturuyordu. Şu ana kadar hiçbir eli kazanamamış olması bir yana, artık suratı da sivilce doluydu. Dede de yerini ablasına bırakmıştı. Kartlar dağıtıldı. Baba içkisinden bir yudum aldıktan sonra "Tıp okuyacak." dedi. Artık oyunda kazanmaya başlaması gerektiğini biliyordu. Bunun baskısı ve çatallı ergen sesiyle "Sahne sanatları." dedi. Abla hiç düşünmeden "Eğitim fakültesi." dedi. Anne "Hukuk." diyerek oyunu devam ettirdi. Zorlu oyun sonrası kazanan el babaya aitti...

Yavaş yavaş bunalmaya başlamıştı. Kalkıp gitmek istiyordu ama taşıdığı, kaybeden bir kumarbazın kazanma umudu buna izin vermiyordu. Tıp okuyan bir öğrenci suretiyle masada otururken ablasının yerini de ilk sevgilisi almıştı. Babası kartları dağıttı. Şöyle bir eline baktı. Hiçbir ağırlığının olmadığı bu oyundan kaçma isteği etkisini göstermiş olacak ki "Eğitimimin bir kısmı için İtalya’ ya gitmek istiyorum." dedi. Amacın eğitim olmadığını kendisi de çok iyi biliyordu. Sevgilisi "Gitmeni istemiyorum." diyerek karşılık verdi. İkisine anne "İngiltere." baba ise "Fransa." cevabını verdi. Kazanan sevgilisiydi. Masaya zincirlenmiş gibi hissetti kendisini; ama oyun devam ediyordu tüm acımasızlığıyla. 27 yaşlarındaki haliyle masadaydı bu sefer. İlk sevgilisi ise yerini aşık olduğu tek kadına bırakmıştı. Zaten hayatındaki kadınlar bir elinin parmaklarını geçmiyordu. Şöyle bir baktı. Onu gördüğü ilk günkü kadar güzeldi. Onu izleyerek dağıttı kartları. Kadın "Bırakacağız bu oyunu, herkesten uzakta kendi evimizde birlikte yaşayacağız." dedi. Annenin oyuna sürdüğü bahis hiç gecikmedi: "Aile dostlarımızdan birinin kızıyla evleneceksin."... Babanınki de çok hızlı olmuştu. Karşısındaki kadını göstererek "O tiyatrocuyla evlenmeyeceksin." dedi. Şu ana kadar oynanan oyunlar içinde en iyi ele sahipti. "Evleneceğim." dedi eline güvenerek. Sevdiği kadının, her ne kadar evliliğe karşı da olsa kazanma şansını da kendisininkine ekliyordu. Oyun tekrar dönerken, anne: "Aksi halde seni evlatlıktan reddederim." diyerek bahsi yükseltti. Eli ne kadar iyi olsa da geri çekildi. Annesinin blöfünü göremedi. Belki elinde ikilisi bile yoktu. Kazanmaya hiç bu kadar yaklaşmamıştı. Ağlamamak için zor tuttu kendini. Kadına son kez baktı; çünkü kadın yerini karısına bırakmak için kalkmıştı. Baba da yerini kaynanasına bırakmıştı. Kendisi de 30 yaşındaydı artık. Karısı kartları dağıttı. Anne biraz soluklandıktan sonra "3 torun istiyorum." dedi. Kaynana ise "2 torun." diyerek karşıladı. Adam son derece bıkkın, bitik bir sesle "Çocuk istemiyorum." dedi. Karısı ise "Tek çocuk." dedi. Kazanan karısıydı...

Adam bu oyunu daha ne kadar oynayacaklarını düşündü. Anne sanki düşünmesini istemiyormuşçasına yeni el için kartları dağıttı. Kaynana 35 yaşlarındaki damadının kafasından geçenleri okumuş olacak ki "Boşanırsan bütün mal varlığını kızıma bırakacaksın." diyerek yeni eli başlattı. Adam her şeyden vazgeçmeyi göze alarak "Boşanacağım." dedi. Karısının beklenen cevabı çok gecikmedi: "Boşanırsan oğlunun yüzünü göremezsin."... Anne de kendi beklenen cevabını verdi: "Boşanmayacaksın."... Adamın, kaybettiğini anlaması için kartlarına bakmaya ihtiyacı yoktu. Eli kazanan karısı oldu. Masada artık kendisi oturuyordu. Anne yerini oğluna bırakmıştı. Kaynanası da oğlunun hocasına. Hoca kartları dağıttı. Adam son derece duygusuz bir biçimde oğluna bakarak: "Sahne sanatları okuyacaksın." dedi. Karısı "Bilgisayar mühendisliği." dedi. Oğlu masadaki herkese baktı. Babasına kitlerken gözlerini "Tıp." dedi. Hoca ise "Eğitim fakültesi." dedi. Oyunu kazanan oğluydu...

Adam kaybeden bir kumarbazın tepkisiyle başını masaya koydu. Bir süre bekledikten sonra kafasını kaldırdı. Herkes gitmişti. Dirseklerini masaya dayayarak başını ellerinin arasına aldı. Kafasında bir sürü soru vardı. Bunlar tipik kaybeden kumarbazın kafasından geçen cinsten sorular değildi. Bunların arasından yakalayabildiği ilk soru: "Acaba oyunu yeniden oynama şansı olsa, daha ilk elden masayı devirip oyuna başta son noktayı koyma cesaretini bulabilir miydi kendisinde?" ya da "Arada bir yerde bunu yapabilir miydi?"... Ama bir sonraki soru daha can acıtıcıydı: "Kazanacağı sadece bir el olsaydı, hangi eli kazanmak isterdi?"... Sorularla boğuşurken yüzünde bir anda ironik bir gülümseme belirdi. Bildiği tek Fransızca cümle, şu anda içinde bulunduğu durumu en iyi özetleyen cümleydi: (*) "L’enfer c’est les autres..."


*Cehennem başkalarıdır...

1 Temmuz 2010 Perşembe

Kedi Hayvanı...

Hayatımın bir kısır döngü içinde devam ettiğine cidden inanmaya başladım. Sürekli "Bu bir dejavu." demekten gına geldi. An itibariyle uzun süre önce gördüğüm sahnenin aynısını tekrar yaşadım. Hal böyleyken gecenin bu vakti daha önce yazmış olduğum bir yazıyı yatağın altından çıkarayım dedim kendi kendime:

" Bu hayvan türünü hayatımın hiçbir döneminde sevmedim, sevemedim. Nedeninin küçükken bir kedi tarafından tırmalanmış olmam olduğunu sanmıyorum. Esas nedenini de bilmiyorum, bilmek de istemiyorum açıkçası. Çünkü sorunun ne olduğunu bilirsem çözmeye çalışırım ve bunu büyük olasılıkla başarırım ki bu da onları sevebileceğim anlamına gelir. Böyle bir şeyin başıma gelmesini asla istemem.

Hayatım boyunca sevdiğim üç tane kedi oldu. Bunlar karakterli kedilerdir. İlki veletken izlediğim Sailormoon'daki Luna adlı kedidir. Hani şu hoş ablaların olduğu anime. Abla diyorum kendilerine çünkü şu an çoluk çocuğa karışmış, yolu yarılamış kişiler olduklarını düşünmekteyim. Bahsettiğim kedi de bunlara yol gösteren bir kedidir. İkincisi üşengeçliğimin ve tembelliğimin idolü olan Garfield'dır. Kendisine saygım sonsuzdur. Üçüncü sırada da Sabrina adlı dizide yer alan Salem karakteri vardır. Bu karakterin, ilk sırada yer alan Luna adlı karakterden esinlenerek yaratıldığını düşünmekteyim. Kendisi son derece fırlama olup gönlümdeki yerini çoktan almıştır.

Bu üç kedi dışında diğerlerinden haz etmem. Burada bahsettiğim sokakta ve evlerde karşılabilecek olduklarımızdır. Aslan, kaplan gibi kedi familyasının en baba karakterleri bu kategoride yer almamaktadır.

Benim anlamadığım, böyle bir bünyeye sahipken satanist damgası yemem. Hani saçlarım uzunken, sakalımın da yardımıyla, hele bir de siyah giymişsem bunu bir derece anlıyordum da saçlarım kısa ve sakalım yokken bu ithamla karşılaşmamı hala anlayabilmiş değilim. Bir de ateistim dediğimde "Satanist misin?" diye soran alt basamak yaşam formları var ki onlara ağzımdan çıkacak bir söz veya söz öbeği bulabilmiş değilim hala. Ayrıca kedileri kesmek için önce onları tutabilmek gerekir ki ben daha o aşamaya bile gelememiş bir insanım. Bu da bu iddiaların asılsız olduğunu gösteriyor.

Sanırım laflarım, başka lafları açmakla meşgul. Bu yüzden kısa keseyim. Geçenlerde sabah 04:00 sularında yatmadan önce son sigaramı içerken, her zaman yaptığım gibi bahçenin ışığını açtım ve bahçeyi seyretmeye koyuldum. Sevmediğim bu hayvan türünün yavrusu yüksek bir yerden inmeye çalışıyordu ve salaklığına tükürdüğümün hayvanı bunu başaramamakla meşguldü. Sırf o önünü görebilsin, daha rahat inebilsin diye on dakika boyunca ışık açık bir şekilde bekledim. Üstelik sigaram bitmiş bir şekilde ayakta dikiliyordum. Bu sırada gözlerim de bana "Git yat zıbar." şeklinde feryatlarda bulunuyordu. Neyse ki on dakika içinde miyavlaya miyavlaya inmeyi başardı da uyuyabildim. Rahat uyudun mu diye sorarsanız cevabım kesinlikle "Hayır." olacaktır. Çünkü uyuyana kadar geçen ve bana sonsuzmuş gibi gelen o zaman zarfında, sevmediğim bu türe niye yardım ettiğimi düşündüm durdum ve yatakta sürekli döndüm. Her zaman derim insanlar kendilerini bilmeli diye. Ama gelin görün ki ben, hala nasıl bir insan evladı olduğumu çözebilmiş değilim.

Bu konuda Freud'dan yardım istiyorum: "Sevgili Freud, lütfen bu çelişkili adama yardım et. Ona doğru yolu göster. Ama bunu yaparken sakın annemi işin içine karıştırma. Yoksa fena bozuşuruz." "

Demişim vakt-i zamanında... Saat bu sefer 3:13... Kendimle ilgili çelişkileri mi düşüneyim; yoksa içinde bulunduğum ve hayatımın her alanında özellikle de şu sıralar belirgin bir şekilde kendini gösteren, "Benden kurtulamayacaksın." repliğini söyledikten sonra kötü adam kahkahası atan kısır döngüyü mü düşüneyim bilemedim... Ya en nefret ettiğim zamana bırakmak olayını yapacağım - ki bununla da ilgili bir yazıya rastladım yatağın altında- ya da bünyeme karşı gelip düşünmemeye çalışacağım ve hayatın tadını çıkaracağım... Her ne kadar ilki daha mümkün görünse de ikisini de yapmayacağımı biliyorum. En iyisi Freud Amca el atmışken bu konuya da bir çözüm getirsin...