20 Ekim 2010 Çarşamba

Carpe Diem...

Genç bir çift sevişmeye başlar. Bu sırada yatağın yanında duran komodinin üzerindeki yarısı boş su bardağı titremeye başlar. Sevişme ilerledikçe bardak yavaş yavaş komodinin kenarına doğru hareket eder. Sevişme bittiği an bardak komodinin ucunda düşecek gibi sallantıda durur.

Bu sırada spermler yumurtaya doğru ilerlemeye başlar ve bir tanesi yumurtayı döller. Bu sırada bardak düşmeye başlar.

Döllenen yumurta embriyoya dönüşür ve gelişim başlar. Bununla birlikte kadının karnı da büyümektedir. Zorlu bir dokuz ay sonra doğum zamanı gelir; adam karısını hastaneye götürür. Doğum geçekleşir. Kısa bir süre sonra kadın oğlunu kucaklar ve emzirir.

Çocuk büyüme işlemine başlamıştır. Önce emeklemeyi, kısa süre sonra da yürümeyi öğrenir. Bir süre sonra da konuşmayı... İlk sözcüğü babadır...

6 yaşında anaokuluna başlar; bir sene sonra da ilköğretime... Son derece başarılı geçen sekiz sene öğrencilikten sonra kazandığı liseye başlar...

Ergenlik, sivilce gibi sorunlardan dolayı ufak da olsa tökezleyeceği ve hayatı sorgulamaya başlayacağı döneme "Hoşgeldin." der... Bu yıllarda ilk kez aşık olur. Ayrıca ilk kavgasını da yaşar... Anılarla dolu lise hayatının sonlarında sıkı bir çalışmadan sonra ailesinden uzakta başka bir şehirde iyi bir üniversiteyi kazanır...

Liseye göre çok daha iyi bir öğrencilik hayatı geçirir ve iyi bir dereceyle okulu bitirir. Hemen ardından hiç beklemeden askere gider...

Önce güzel bir uğurlama ve ardından ortalamaya göre rahat bir askerlik sürecinden sonra hiç beklemeden iş hayatına atılır. Kariyerinde yükselişi hızlı olur. Sosyal bir hayatı olması nedeniyle evleneceği kadınla tanışması uzun sürmez. Tanıştıktan sonra çok da uzun sayılmayacak bir süre sonra evlenir...

Hayatında her şeyin ufak tefek sorunlar dışında düzenli ve güzel şekilde gittiği anda annesini ve babasını trafik kazasında kaybeder...

Birkaç yıllık bocalama sürecinden çıkması, karısının hamilelik haberiyle olur... Zorlu geçen bir yedi aydan sonra erken doğumla bir oğlu olur. Kısa bir süre sonra karısı tekrar hamile kalır. İlkine göre daha kolay geçen bir süreçten sonra kızı olur...

Çocuklarına iyi bir hayat sunacağı açıktır. Kariyerindeki hızlı yükseliş kendisine birkaç ev, araba ve iyi bir banka hesabı sağlamıştır.

Yıllar sonra kendi annesi ve babası gibi o da çocuklarının üniversite mezunu olduklarını görür. Oğlunun askerden dönüşüyle birlikte önce kızını, birkaç yıl sonra da oğlunu evlendirir.

Yıllar süren sıkı bir çalışmanın ardından emekli olarak karısıyla birlikte hayatın tadını çıkarma kararı aldığında karısı kansere yakalanır. Onun eriyişine tanık olduğu berbat bir dört yıldan sonra karısını toprağa verir...

Girdiği travmayı çok yakın üç arkadaşıyla seyahat ederek atlatmaya çalışır. Bu sırada kızından iki erkek, oğlundan da iki kız bir erkek torunu olur.

Ziyaretine gelen çocukları, gelini, damadı ve torunları dışında vaktinin çoğunu arkadaşlarıyla geçiren yaşlı bir adamdır. Ama arkadaşları, kendisi kadar hayata direnç gösteremezler ve çok da uzun olmayan aralıklarla bu çok yakın üç arkadaşını kaybeder.

Artık sadece ailesi kalmıştır. Onlar tarafından gerçekleştirilen ve aralarındaki süre giderek artan ziyaretler dışında, anılarla dolu olan, aldığı ilk evde tek başına ölümü beklemektedir...

Bir gün öğlen saatlerinde bahçesinde sandalyede otururken nefes almakta zorluk çekmeye başlar. Yanındaki ilaçlara uzanmaya çalışır; ama yetişemez. Kafası önce geriye doğru gider, son nefesini verirken gözleri iyice açılır... Son gördüğü şey açık, masmavi gökyüzüdür... Sonra kafası öne doğru düşer...

Tam bu sırada da bardak düşüşünü tamamlayıp kırılır...

12 Ekim 2010 Salı

Vicdanım Kesinlikle Rahat; Ama Beni Rahatsız Eden, Bir Vicdanımın Olması...

Nereden nasıl başlasam diye düşünüyorum... İşin içinden çıkamayacağımı anladığım için de uçuşan düşünceleri geldiği gibi yazayım diyorum.

Birkaç gündür güne benim için erken sayılabilecek bir saatte ve güzel bir şekilde başlıyorum. Her an en ufak bir şeyin bu güzelliğini de bozacağını bildiğimden ne haber izliyorum, ne gazete okuyorum ne de Twitter'da her yazılanı okuyorum. Zaten birkaç uğraşım da olduğu için de bunlardan kaçabilmem kolay oluyor.

Şimdi diyeceksiniz ki "Ne olacak lan, olan bitenden? Bak dalgana." Bunu yapabilen bir insan olsaydım şu durumda olmazdım sanırım.

Beni bu yazıyı yazmaya iten birçok şey var aslında. Karamsarlığımdan tutun da oturduğum yerden ahkam kesen olduğuma kadar eleştiriler alıyorum etrafımdakilerden. Kaldı ki bunları ben de biliyorum zaten. "Ulen takip etmeyin, okumayın o zaman." deyip kestirip atabilirim. Ama her ne kadar insanların ne düşündüğü umrumda olmasa da -aslında bazılarının önemli- bir şekilde açıklama yapmak istedim. Açıklama yapmaktan ziyade bir sürü birbirinden alakasız konuyu aktarmak. Bunu da yapma nedenim, açıklamadan ziyade bana bu eleştirileri yapan insanları anlamamamdır.

Aslında şu anda garip bir ruh hali içerisindeyim. Ne mutlu ne de mutsuz... Mutlu olmam gibi görünüyorken genele baktığımda bundan çekinen bir durumdayım. Neyse güzel başladığım bugün şu malum kedi olayıyla kötü bir şekilde bitmek üzere...

Çok sık kullandığım bir aforizma vardır: "L'enfer c'est les autres." (Cehennem başkalarıdır.) der Jean-Paul Sartre... Bu laftan ne çıkarırsınız edersiniz bilmiyorum; ama benim çıkardığım şey, her gün gözlerimi açtığım yerin bir cehennem olduğudur...

Kim ne derse desin, ne sıfat yakıştırırsa yakıştırsın benim için bu durumu kimse değiştiremez. Ancak çok bahsedilen tanrı denen varlık yapabilir ki ona da inancımı kaybedeli çok uzun zaman oldu...

Anlamadığım, etrafında olup bitenlere rağmen hala insanların, tanrı, cennet, cehennem gibi kavramları tartışması ve bunlara inanması. Zaten inanç denen şeyin hep zayıflıktan, zor anında bir şeylere sığınma isteğinden oluştuğunu düşünmüşümdür. Cennet ve cehennem kavramının ise adalet arayışında olanların züğürt tesellisinden başka bir şey olmadığını düşünmekteyim. Şu anda cehennemde yaşıyoruz zaten. İnsanlar bunun nasıl farkına varamaz ki?

Yediğimiz, içtiğimiz, sıçtığımız, acı çektiğimiz, zevk aldığımız, hata yaptığımız ve bu hataların cezasını çektiğimiz yer burası; dünya dediğimiz yer... Bu dünyada doğuyoruz ve bu dünyada ölüyoruz. Durum böyleyken nasıl burada yaşadıklarımızı cennet ve cehennem kavramıyla göz ardı edebiliriz ki?

Özellikle de ben insan olarak yaşamaya çalışırken, kendini bilmez bir yaşam formuyla nasıl aynı kefeye konulabilirim? Benim güzel başlayan bir günümün içine sıçmaya ne hakkı var? Eğer bunu yapıyorsa ben, cezasını çektiğini burada görmek isterim.

"Linç edelim, öldürelim." demiyorum. İçimde bunu isteyen bir başkası var, evet! Ama mümkün olduğunca kontrol altında tutmaya çalıştığım bir başkası...

Tek istediğim bir şekilde cezasını çektiğini görmek. Ben nasıl bazı duygularımı bastırmak için götümü yırtıyorsam, bunu yapamayan veya yapmayan insanların da cezalarını çekmesini görmek de hakkımdır... O adam cehenneme gidecek, bense kendi değer yargılarımla yaşayabildiğimden inanma gereği duymadığım için cehenneme gideceğim. Eğer durum böyleyse şimdiden ayırtın yerimi. Şu saatten sonra sikseler de inanmam. Sadece bu yaşam formlarının cezalarını çekmelerini istiyorum. İster çok savunduğunuz ve benim zerre kadar inanmadığım ilahi adalet olur ister hukuk sistemiyle olur... Nasıl yaparsınız bilmem ama bir şekilde yapın.

Eğer bir şeyler cezasız kalıyorsa, canı yananlar bir şekilde kendi adalet arayışlarını gerçekleştireceklerdir böyle giderse. İşte o zaman işin içinden çıkamayacaksınız... Bakalım o 300 liraya saldıkları yaşam formunu nasıl koruyacaklar? Cidden çok merak ediyorum...

Bu, bugünlük bir olaydı... Bu olayları çoğaltabiliriz. Siirt'teki, Mardin'deki tecavüz olayları ve iyi halden serbest bırakılan başka yaşam formları, kendileriyle resmen dalga geçen kişileri hala destekleyen, evrim piramitinin en üst basamağında yer almamızı sağlayan beyin denen kıvrımlı organını kullanmaktan aciz başka yaşam formları vs... Yaşadığım ülkeden yola çıkarak dünya geneline baktığımızda da bu örnekler çoğaltılabilir.

Vicdanım kesinlikle rahat; ama beni rahatsız eden, bir vicdanımın olması. Hal böyleyken, bu şekildeyken ben dalgama bakamıyorum arkadaş... Bakmayı isterdim. Ama yapamıyorum ve sırf bu yüzden karamsar damgası yiyeceksem zerre umrumda olmaz. İyimser olmak için tek bir neden bile yokken ortada ve olmayacağını da bildiğim halde ne bokuma umut taşıyayım ki?

Hea, oturduğun yerden ahkam kesme kısmına zaten katılıyorum sonuna kadar ve beni rahatsız eden bir konu ayrıca... Ama hiçbir şey yazmasam da kafayı yiyeceğimi biliyorum. Yani bir şeyleri eleştirmekten ziyade kendimi rahatlatmak için yazıyorum. Bu da benim bencilliğim olsun... O kadar da idare edin...

5 Ekim 2010 Salı

Live Forever...

Gözlerimi açtım. Saatin kaç olduğunu bilmiyordum; ama tahminimce yine öğlen vaktiydi her gözlerimi açtığım gün gibi. Bir gün gözlerimi açmamayı dilemek ve hayata küfretmek gibi rutin birkaç işten sonra yataktan kalkarken bilgisayarın düğmesine bastım. Bu sırada telefona baktım. Her zamanki gibi arayan soran yoktu. Şaşırmamıştım. Telefonu bırakırken çekmediğini fark ettim. Şebekeye küfrettim. Saati de durmuştu. Sabaha karşı uyuduğum vakti gösteriyordu hala... Telefondan yana da şansım yoktu ki askerdeki telefonu kullanmaktaydım... Bu sırada bilgisayardan da tepki yoktu. Canının çalışmak istemediği günlerdendi sanırım...

Bir küfür de ona ettikten sonra günün ilk çişini yapmak ve elimi yüzümü yıkamak için banyoya gittim. Soğuk sudan nefret ettiğim mevsim başlamıştı. Neyse ki yine de katlanılabilir durumdaydı. Hem erkek adam soğuk sudan mı korkarmış? Sikeyim yargılarınızı da erkekliğinizi de.

Aynada kendime baktım. 10'dan geriye doğru saymaya başladım ve 4'te kaldım. En azından 6'dan 4'e bir ilerleme kaydedebilmişim. Ama kendisine tahammülü 6 saniye olan bir insan nasıl hala nefes alabiliyordu anlayabilmiş değildim. Sanırım uzun bir süre daha anlayamayacağım da...

Banyodan çıktım. Evi dolaştıktan sonra kimsenin olmadığını ve herkesin bir yerlere dağıldığını gördüm. Bu gibi durumlarda kahvaltı hazırlamak dünyanın en zor işiydi. Nedense yalnız olunca kahvaltı yapasım da olmuyordu; ama aç karnına sigara içmeme konusunda kararlıydım. Zaten hayatımda sürdürebildiğim tek şey buydu.

Kettle'a su koydum. Güne yine çay yerine kahve ile başlayacaktım. Her şeyiyle boktan bir gün olacağı belliydi. Kahvaltılık malzemeleri çıkardıktan sonra televizyonu açmak için yöneldim. Biraz müzik her zaman iyi gelirdi. Televizyonda cızırtıdan başka bir şey yoktu. Uyduda sorun vardı. Kutup ayısını arayan bahtsız bedevi gibiydim resmen... En iyi yaptığım şeyi yaptım: Küfrettim.

Su ısınmıştı. Bir iki lokma bir şeyler yedikten sonra üzerine bir sigara yaktım. Günün en sevdiğim aktivitesiydi... Telefon çekmiyor, internet yok, uydu çalışmıyor, saatler durmuş... Havanın güneşli olduğu son zamanları kaçırmamak en iyisiydi galiba. Hem biraz yürür sonra da arkadaşa uğrardım.

Bir duş alıp, giyindikten sonra dışarı çıktım. Her zamanki yola yöneldim ki okulun önünde hiçbir velinin beklemediğini fark ettim. Onu geçtim okulda da bir hareketlilik yoktu. Dersteler miydi acaba? Okulun bahçesine girdim. Kimse yoktu. İçimde bir şeyler sınıflara bakmam konusunda beni dürtüyordu. Hislerimin peşinden koştum. Koridorda ses seda yoktu. Giriş kattaki sınıflardan birine girdim. Kimse yoktu. Bugün günlerden neydi ki? Tatil değildi; olamazdı da... Çünkü; sanki ders varmış gibi sıraların üzerinde defterler ve kitaplar vardı; sıralarda da çantalar... Sanki acil bir durum olmuş da okulu boşaltmışlar gibiydi. İyi de nereye boşalttılar?

Sinirlerimin gerilmeye başladığını hissettim. Girdiğim kapıdan değil arka kapıdan caddeye çıktım. Kapı her zaman ki gibi kapalıydı. Üst geçiti kullandım. Her zaman vızır vızır olan cadde boştu. Hızla yürümeye başladm. Sinirin yanında merak duygusu da kıpırdanmaya başlamıştı çoktan...

Bu gibi durumlarda elim ister istemez sigaraya gidiyordu ve nitekim de öyle oldu. Yürümeye devam ettim. Bankamatiğin önünde bir araba gördüm; pencereleri açıktı. Sahibi para çekmek için inmişti. Bu barizdi de adam neredeydi? Yürümeye devam ettim; Eğitim Fakültesinin önünde de kimse yoktu. Durakta otobüs vardı. İlk işim binmek oldu. Ama boştu. "Kaptan arka kapı." dedim. Artık bu espri, gergin zamanlarda çıkan esprilerden biri miydi; yoksa içinde bulunduğum terk edilmişlik, yalnızlık ve özgürlük düşüncesinin verdiği keyifle çıkan bir espri miydi bilemedim...

İnip yürümeye devam ettim. Marketi gördüm. Kapıları açıktı. Cebimdeki sigara ne kadar yeterdi bu duruma çözemediğimden bir tane almak mantıklı olacaktı. Markete girdim; tabi ki de kimse yoktu. Tezgahın arkasına geçip bir tane aldım. Sahibi sevmediğim bir lavuktu. Bunu yapmak kendimi bir an için iyi hissettirmişti ki varlığından rahatsız olduğum vicdanım sesini yükseltmeye başlamıştı. Parayı tezgahın üzerine bıraktığımda gözüm açık olan televizyona ilişti. Karıncalı görüntüden başka bir şey yoktu. Bilgisayara da baktım belki diye; ama internet yoktu... Aksini beklemiyordum zaten.

Bu kadar insan nereye gitmişti? İzlediğim filmler teker teker gözümün önüne gelmeye başladı. Uzaylılar düşüncesi aklıma geldi ilk olarak... Hayır, bir tek beni bırakmışlarsa eğer, cidden kırılırdım kendilerine... Bir süreliğine geriye ittiğim bir düşünce olarak kaldı. Sonra felaket filmleri geldi aklıma. Herkes ölmüşse, ben niye nefes alıyordum? Eğer bir tanrı varsa listenin başında gelmem gerekmiyor muydu? Acaba ceza mı çekiyordum? Bu düşünceleri de eledikten sonra yine bir felaket senaryosu geldi aklıma... Bu gibi durumlarda genelde insanlar şehir merkezinde toplanırlardı. İyi de ne gibi bir durumdu lan bu? Hem bizim şehir merkezi deniz manzaralı; en ufak bir felakette direkt mezar olabilecek türden... Hem bu kadar insandan birinin bana haber vermeden bir yerde toplanmaya gideceğini de hiç sanmıyorum. En azından birkaç kişi tarafından seviliyorumdur herhalde...

Virüs ya da zombi? Saçma... Virüslü bir insan olmalı; onu bırak tek bir canlı bile yok etrafta. Bir tek önümden rüzgarla yuvarlanan bir çalı ve toz bulutu eksik... Ayrıca zombi filmleri bile daha kalabalık oluyor. Peki ya vampir? Sanmıyorum... Hiçbir vampir türünün bu kadar hızlı yayıldığını görmedim. Paralel evren? Benim bildiğim paralel de olsa bir canlı türünün olması gerekiyor...

Düşünceler geldiği hızla gidiyordu resmen. Her zaman olduğu gibi iç sesimle kavgaya tutuşmuştum.

Peki rüya? Bu soru oluştuğu anda uyanmam gerekmiyor muydu? Acaba... Ölmüş müydüm? Kesici bir alet arayışına yöneldim. Markete girdim tekrar. Tezgahın arkasında bir bıçak duruyordu. Ufak bir çizik yeterliydi. Kan akıyordu ve canım da acımıştı. İç ses kafana sıçayım senin. Bu aynı zamanda rüya olmadığının da bir kanıtıydı.

Kafamdan bir süre uzaklaştırdım bu düşünceleri. Şu anın tadını çıkarmayı niye düşünmüyordum ki?

Az önce bankamatiğin önünde duran arabaya bindim. Çalışması umudu ile anahtarı çevirdim. Motor sesini duymak güzeldi. Kendi sesim ve iç sesim dışında duyduğum tek sesti. Bir umut radyoya yöneldim; ama cızırtıdan başka bir şey duyamadım. Ne olacaktı ki anahtarı çevirince her şey düzelecek miydi? Her şey ters miydi ki?

Bu son soruyla birlikte gaza bastım. Yollar boştu. Kısa sürede arkadaşın evine vardım. Kimsenin olmaması tahmin edilesi zor bir durum değildi. Şehir merkezi düşüncesi tekrar varlığını hissettirdi. Ağır ağır tadını çıkara çıkara gitmeye karar verdim. Keşke müzik olsaydı. Acaba şu an fona ne iyi giderdi? O kadar çok şarkı geldi ki aklıma birini seçemedim.

Yaşadığım şehrin en güzel manzaralarından birine gelince durdum. Bir sigara yaktım. Güneş yavaş yavaş turuncu halini almaya başlamıştı. Düşünmek istemiyordum. Sadece izlemek istiyordum. Bu sırada şehir merkezi düşüncesi geçerliliğini yitirmişti bile. Kimse yoktu. Ne bir ses, ne de bir hareketlilik...

Yola koyuldum tekrar... Yukarıdaki manzara ile aşağısı arasında bir fark yoktu. Arabayı durdurdum... Deniz kenarına yürümeye başladım. Deniz kenarı her zaman iyidir. Oturdum... Deniz de yaşamıyordu sanki... Hatta Ferdinand Kürnberger'in "Yaşam yaşamıyor." aforizması geldi aklıma. Hafif bir gülümseme ve ardından gelen bir kahkaha...

Sinirlerimin bozulmaya başladığının farkındaydım. Rüya olayını elemiştim ki acısı hala kendini hissettiriyordu; yine de gözlerimi kapamaktan kendimi alamadım. Açınca her şeyin geri gelmesini umut ettim. Ama olmadı. Ne kadar derin uyuyabilirdim ki? Peki şu an gerçekten yaşıyorsam uyanıp uyandığımda yine böyle mi olacaktı? Bu şekilde ne kadar devam edebilirdi ki?

Zaman, dün yattığım saatte duruyordu. Bunun bir anlamı olmalıydı... Belki de yoktu. Her şey bir anda yok olmuştu anlamsız bir şekilde. Olamaz mıydı? Olmamalıydı... Belki evet, belki de hayır...

Tekrar yürümeye başladım. Mağazalardan birinin önünde durdum. Bir taş aldım. Belki camı kırarsam bir değişiklik olurdu. Ne saçmalıyorum ki ben? Taşı fırlattım; cam kırıldı... Herhangi bir değiklik veya üzerime yüklenen bir kalabalık yoktu...

Belki de kendimi öldürmeliydim... Bu düşünceyle birlikte şehrin en yüksek binasına doğru yürümeye başladığım sırada hava kararmaya başlamıştı.

Binaya ulaştığımda kapı açıktı... İçeri girdim. Normal bir zamanda bu binaya bu şekilde giremeyecek olmamın verdiği kısa süreli hazla asansöre yöneldim. Sonra anında bu düşünceden vazgeçtim. Binayı gözden gerçimek daha mantıklıydı. Belki geceyi kral dairesinde geçirebilirdim. Hem ölme işi biraz daha bekleyebilirdi...

Katlar arasındaki turdan sonra istediğim odayı buldum. Büyüklüğünden anlayabilmiştim zaten. Şehir gece bir başka güzeldi... Zaten tek yapabildiğim izlemekti... Sonra düşünceler tekrar bastırdı ki böyle bir odada tek başına kalmanın da bir mantığı yoktu.

Çatıya çıktım hızla... Kenara oturdum. Bir sigara yaktım. Manzarayı izlerken kafamın içi sesten geçilmiyordu...

İki an arasında sıkışıp kalmış olabilir miydim Phil Connors gibi? Sanmıyorum... O, aynı günü yaşıyordu. En azından yaşıyordu. Bense şu an yaşadığımı hiç sanmıyorum her ne kadar nefes alsam veya kanım aksa da... Ayrıca onun yerinde olmayı tercih ederdim. Nasıl ya? Monoton bir hayatı olmaması en büyük dileği olan biriyken nasıl böyle bir şeyi isteyebilirdim? Ayrıca lanet olası fona hala bir şarkı bulamadım... Olayları film gibi görme huyumdan vazgeçmeliyim bir an önce... İyi de bu durumun bir filmden ne farkı var ki?

Ölüm tek çözüm sanırım... Ya değilse? En çok istediğim şey yalnız kalmak, insanlardan uzak durmakken niye böyle bir şey yapıyordum? Yoksa uzak durmak daha doğrusu kaçmak istediğim ben miydim? Eğer öyleyse nasıl kaçabilirim ki? Ölüm... Ya şu an zaten ölüysem... Ya buradan kendimi attığım an tekrar o kalabalığın arasına düşersem... Peki içinde bulunduğum bu durumu kabullenmek? Ne kadar dayanabilirdim ki kendime?

Sakinleş... Bir sigara daha yak...

Ölmekten vazgeçsem bile sigaradan öleceğim kesin... Kararımı vermiştim: Dene ve gör... Oturduğum yarım metrelik duvar üzerinde doğruldum. Gözlerimi kapadım. Hiçbir görüntü yoktu... Ne birileri ne de hayatımdan bir kesit... Sadece karanlık vardı... Derin bir nefes aldım sanki yüksek bir yerden denize atlıyormuşum gibi...

Tam kendimi boşluğa bırakacağım sırada hızla iki kişi tarafından çekildim. Duvardan geriye düştüğümde sağımda ve solumda iki kişi de yerdeydi. Kafamı arkaya çevirdiğimde bir sürü tanımadığım yüz vardı. Duvara doğru emekledim. Bu sırada az önce beni çeken iki kişi yine atıldı. Aşağıya bakabildiğimde hareketliliği gördüm. Şehir dün bıraktığım yerden devam ediyordu hayatına...

Sırtımı duvara yasladığımda insanlar konuşuyordu. Sadece "İyi misin?" dediklerini duydum. Üzerime atılan iki kişi beni bıraktıktan sonra yüzlerine baktım. Kızgınlık, korku gibi ifadeler vardı. Herkes bir şeyler diyordu.

Bir sigara yaktım. İlk nefesi çekerken çok derinlerden bir şarkı çalmaya başladı. Çıkaramadım. Nefes almaya devam ettikçe etrafımdaki konuşmaları bastırmaya başladı...

Nereden geliyordu acaba?

Sanırım kafamın içinde bir yerlerden dışa vuruyordu kendini. Şarkı devam ederken insanların yüzlerindeki ifadelere baktım. Şarkı tanıdık bir hal almıştı. Birden hafif bir gülümseme yerleşti yüzüme... Ağzımdan sadece iki kelime çıkmıştı: Live forever...