2 Ağustos 2011 Salı

Futbol...

İnsanlar ikiye ayrılır benim nezdimde... İlk grup, futbolun asla sadece futbol olmadığını düşünenlerden; 2. grup ise futbolun 22 adamın bir topun peşinden koşması olduğunu düşünenlerden oluşur.

Bana göre ikisinin ortası yoktur. Ortada olanları hiç düşünmeden, yargısız infaz yapıp 2. gruba sokarım ve bunu yaparken gözlerinin yaşına dahi bakmam.

Çok keskin bir giriş olduğunun farkındayım ama benim gerçeğim bundan ibarettir.

Çok uzun zamandan sonra yaklaşık 2 aydır her hafta düzenli olarak halı saha maçı yapmamın bu keskin girişe katkısı yadsınamaz.

Futbolu delilik derecesinde seven bir insan evladıyım... Oynamak, seyretmek, pc oyunlarında yönetmek vs. aklınıza ne geliyorsa çok sevdiğim aktivitelerdir.

Kaç yaşında futbol oynamaya başladığımı hatırlamayacak kadar küçük yaşta başladım futbol oynamaya... Taş, ezilmiş kola kutusu, balon diye tabir edilen plastik top, 3 katlı kames, futbol topu (dikişli, dikişsiz, mikasa, fevernova, total 90) vs. hepsiyle oynamışlığım vardır.

Hatta bu tutkumu bilen eski sevgililerden birinin aldığı Nike Total 90 hala evde baş köşededir.

Zaten sokaklarda büyüyen, mahalle maçı kavramının ne olduğunu bilen kuşakların son temsilcisi olduğumuzu düşünürsek futbolun bizim kuşaktaki yeri tartışılamaz.

Hasta olsam bile maç denildi mi kadrodaki yerimi hep alırdım. Hayatım boyunca geri çevirdiğim maç sayısı bir elin parmaklarının sayısının yarısından bir fazlasını geçmez. Hesaplamakla uğraşmayın bence... Sonuçta demek istediğimi anladınız.

Futbolcu olmak içimde kalan bir uktedir her zaman ve hep de öyle olacak. İlkokulda Taner Hoca, babamı çağırıp "Poyraz'a lisans çıkaracağım." dediğinde dünyalar benim olmuştu; ta ki annemin (tam burada yüzümü buruşturup sesimi incelterek anne taklidi yaptığımı düşünün) "Olmaz anadolu lisesi sınavları var." dediği ana kadar...

Sevincim, golü attığı dakika içerisinde kendi kalesinde gol gören takımın sevinci kadar kısa sürmüştü ne yazık ki...

İlkokul 5'te herkese takdir teşekkür dağıtarak hakkımı yediğini düşündüğüm ilkokul hocasına herkesin önünde bağırıp çağıran bir velet olan ben, annemin ve onu onaylayan babamın aldıkları karar karşısında tek kelime edememiştim.

Mahalle maçlarının, evdeki koridor maçlarının, salon maçlarının, halı saha maçlarının, sınıf turnuvalarının, okul turnuvalarının hiçbiri beni tatmin etmedi, etmeyecek de... Bu aşikar...

İçimde her zaman olacak olan tatmin edilmemiş bu futbol tutkusu bende başka duygulara sebep oluyor.

Şimdiki aileler çocuklarını ellerinden tutup götürüyorlar futbol okuluna... Bir umut belki sporcu olur diye... Her ne kadar bu durum başka tartışma konusu olsa da o çocukları kıskanıyorum. Bunu hiçbir şekilde inkar edemem.

Keşke benim ailem riske girmemek için topu taca atan defans oyuncusu gibi davranmasaydı. Topu kontrol edip şöyle bir oyuna baksalardı. Şayet dediğim gibi davranmış olsalardı bugün bu hayalimi gerçekleştirmiş olurdum.

Kusura bakmayın ama bu konuda mütevazi davranmayacağım. Bugün en sık duyduğumuz klişedir "Ben futbolcu olsaydım şundan daha iyi oynardım." lafı... Ama bu konuda hep kendime güvendim. Her şeyi geçtim sırf bu aşırı isteğim bile beni orta sınıf bir futbolcu yapardı. Bugün örneklerini görüyoruz zaten.

Her ne kadar annem şu anda, gole giden adamı düşürmeyen defans oyuncusu pişmanlığını yaşasa da iş işten çoktan geçti. Anneme fair play ödülü vererek yazıya devam ediyorum.

Az önce bahsettiğim kıskançlık duygusunun yanında ortaya çıkan diğer bir duygu da öfke... Yok yok, aileme karşı değil. Şike olaylarından bahsediyorum.

2 hafta önceki halı saha maçında uzun süredir fark yediğimiz takımı yendik. Sağ dizim feci ağrıyordu maçtan sonra. Ayağımın üzerine basamıyordum. Nitekim söylediğim şey "Kazandık, yemişim dizimi." olmuştu. Şimdi ben oynamak için para almıyorum, üzerine bir de para veriyorum.

Ama diğer tarafta benim hayalimi yaşayan, normal bir işte çalışıp kıçlarını yırtsalar dahi hayatları boyunca kazanamayacakları paradan fazlasını 1 yılda kazanmalarına rağmen bu paranın 10'da 1'i için şike yapan alt basamak yaşam formları var. Ben bunu anlamıyorum arkadaş. Ve bunu kimse de bana anlatamaz.

Tuttuğun takımın maçını izlerken, kritik bir anda gol kaçıran futbolcuya kendini tutamayıp küfredersin ya hani; işte ben bu heriflere o küfürlerden çok daha ağırlarını ediyorum.

Benim hayalimi dürüst bir şekilde yaşamadıkları için, kendilerine verilen fırsatı ellerine yüzlerine bulaştırdıkları için, hiç değilse izleyerek keyif aldığım bir şeyin içine sıçtıkları için küfrediyorum bu adamlara...

Ve benim adalet anlayışımda bu heriflerin cezası müebbet hapistir... Söyleyeceklerim bu kadar hakim bey...

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Şehitler Ölmez, Vatan Bölünmez...

Açıkçası siyasi yazı yazmaktan zerre haz etmiyorum. Bu tarz konuları konuşmak bile yoruyor artık beni... "Özal dönemi çocuğuyum, apolitiğim ben." deyip geçiştirmek en kolay yolu aslında...

Ama bu tarz olaylar hakkında o kadar çok laf söyleniyor ki insan bir şeyler söylemeden duramıyor. N.ş.a'da bu durum umrumda da olmaz; ama söylenen lafların çoğu boş... Üstelik eğlenme amaçlı gittikleri uluslararası adı altındaki bir konserde sahneye çıkan Kürt bir sanatçıyı protesto ederek mantık sınırlarını zorlayan alt basamak yaşam formları var. Ve üstelik ağızlarından çıkan cümle de: "Şehitlerin kanı soğumadı daha." ...

İşte bu yüzden bir iki kelam etmek istiyorum.

Van Başkale İlçe Jandarma'nın ana girişinde hemen sağda bir tablo yer alır. Bu tabloda bugüne kadar Başkale'de şehit düşen askerlerin resimleri, isimleri, ne zaman ve nerede öldükleri yazar. 5 ay boyunca o tabloyla birçok kez karşılaştım. Ama oradan bir isim sorsanız hatırlamam. Üstelik hafızam ciddi anlamda güçlüdür. Bu bile aslında bir şeyleri anlatmaya yetiyor ya, neyse...

Bugün 3 isim daha o tabloya adını yazdırmak için bekliyor tabutlarında. Cümlenin başı sanki Hollywood'daki o Şöhretler Kaldırımı'na adları yazılacakmış gibi dursa da sonu o şekilde bitmiyor.

Aslında kurduğum şu ironik cümle bu ülkede ne yazık ki gerçek olan cümle... O tabloda yer almak şan, şereftir... İşte bu ülkede aşılanan duygu bu... Bir şeylerin farkına varmadığımız sürece de bu böyle gidecek. Ölmüş çocuklarının acısını haykırırken diğer oğlumu da alın zihniyeti bitmediği sürece o tabloya yeni isimler eklenecek.

İşin en acısı da Hollywood'daki o kaldırımdan birinin ismini sorduğunuzda cevap verebilirim; ama o tablodan birinin adını söyleyemem. Üstelik her ne kadar yaptığım iş icabıyla orada ismi yazanlar kadar ölme riski taşımamış olsam da ölme riskim yani o tabloda ismimin yer alma ihtimali vardı. Buna rağmen bir isim bile hatırlayamamam gerçekten çok acı ve bu durum benim duyarsız oluşumla ilgili değil kesinlikle...

Ben bu ülkeye karşı umudunu erken kaybedenlerdenim. Ben daha ortaokulda "Bu ülkeden bir bok olmaz." dediğinde hocası tarafından notu kırılan bir velettim... Hocanın bu davranışı, kurduğum cümlenin havada asılı kalmamasını da sağlamıştı.

Ben askere giderken de bu ülkeyle ilgili en ufak bir umut taşımıyordum. Şayet o ufak umudu taşıyanlar da onu bırakıp bitiriyorlardı askerliklerini...

Orada kaldığım 5 aylık süre zaten az çok tahmin ettiğim şeyleri onaylama fırsatı oldu benim için.. Öyle çok kritik bir görevim yoktu belki ama az çok gözlem yapma yetisine sahip olduğumdan bugün kendimde ahkam kesme hakkını buluyorum.

Gördüklerimi, duyduklarımı öyle çok matah şeyler olmasa da anlatma niyetinde değilim. Bunları sadece dost meclislerinde yeri geldiğinde ya da bi' boktan haberi olmadan boş boş konuşanların ağzını kapatmak için konuşuyorum...

Ama tek söyleyeceğim şey: Orada ölenler, birilerinin ölmesi gerektiği için ölüyor. Birileri istediği için... Bu çok net...

Askerde size bir iş verirler ve onu yaparsınız. Çoğu zaman sadece yapmak için yaparsınız. Neyi niçin yaptığınızı bilmeden yaparsınız. Bu her şey için böyledir. Bu ölürken de böyledir.

Neden öldüğünüzü bilmezsiniz. Size "Bu ülke için." derler ama gözünüzün içine baka baka yalan söylerler. Bu yüzden şehit gibi süslenmiş laflar benim için hiçbir şeyi değiştirmiyor artık...

Bu ülkede 30 yılda 30.000 kişi şehit düştü... Şehitler ölse de ölmese de bu vatan bölünmüyor. Bu vatan bölünecekse, birileri istediği zaman bölünür. Bu ülkedeki bütün insanlar ölse de bölünür.

İstediğiniz kadar saçmaladığımı söyleyebilirsiniz. Ama zerre umrumda olmayacak.

Çünkü oradaki ilişkiler tamamen çıkar üzerine kurulu. Ve böyle bir ortamda kimse beni, ölenlerin vatan için öldüğüne inandıramaz.

Bu söylediklerim sadece askerlerin ölümlerini kapsamıyor. Bize karşı taraf olarak lanse edileni de kapsıyor. Evet pusu kurmak vs. bunlar bana basit bir bilgisayar oyunu oynarken bile adice geliyor; ama karşı taraf için ölenler de ne için öldüklerini bilmiyor.

Orada nöbet tuttuğumuz yerdeki çitlerin arkasında çocuklar oyun oynardı. Köpek bağlasan durmayacak bir yerde o çocuklar yaşama savaşı veriyor. Oyun oynayabildikleri tek şey bir dal parçasıyla kazdıkları çukurdan çıkan kum...

Dertleri ayrı bir ülke kurmak falan da değil. Amına koyayım o insanlar bilmiyorlar mı lan ayrı bir ülke kurulsa durumlarının değişmeyeceğini? Biliyorlar.

Veletken taraflı anlatılan tarih derslerinde Osmanlı İmparatorluğu ilgimi çekerdi hep... İnanılmaz büyük, sürekli genişleyen bir imparatorluk...

Sonra sınır denen şeyin ne kadar saçma olduğunu düşünmeye başladım. "Ulen siktiğimin çizgisi 5 metre içerde olsa ne olur olmasa ne olur amına koyayım?" demeye başladım zamanla... Nöbet tutarken de aynı şeyi söylüyordum.

Din, sınır, ülke, bayrak, dil, ten rengi vs. hepsi para ve güç için... 3-5 kişinin cebi dolacak, iktidar sahibi olacak diye bütün bu olanlar...

Sonu baştan belli olan bir oyun için bütün bu hile hurda o kadar saçma geliyor ki bana... Anlam veremiyorum. Anlam vermeye çalıştıkça da yoruluyorum.

Kısacası orada ölenlerin bedenleri, sağlanan çıkarların üzerini; orada ölenlerin bedenlerinin üzerini de toprak kaplıyor...

Ve ne yazık ki ölenler öldükleriyle kalıyor...

Şu sakız reklamındaki diyalogla yazının sonuna geldiğimi belirteyim:

+ Bu komşuda da sakız ağaçları ne güzel olmuş.

- Toprak aynı toprak, hava aynı hava be Kostas.

Ünlü faşist yazar ve düşünür Yılmaz Özdil'in yazısını paylaşan kişi moduyla da yazıyı bitireyim:

Anlayana...

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Fenerbahçe Ve Şike...

İmza: Galatasaraylıyım...

Bu uyarıyı önce yaptım ki yazıyı ona göre okuyun. Bu uyarıdan sonra söylemek istediğim birkaç şey daha var.

Öncelikle belirtmek isterim ki Fenerbahçe taraftarının bir şeyine uyuz oluyorum: "Sürekli biz renklere aşığız, kupalara değil." deyip deyip duruyorlar. Ulen biz malzemeciye mi aşığız amına koduklarım?

Bu son derece holigan girişten sonra biraz daha yumuşayarak devam etmek istiyorum yazıya...

Çok sevdiğim bir dostumun -her ne kadar görüşmüyor olsak da- bir yazısını okudum.

"Başkalarının lekelerini bana emsal göstermeyin." diyordu kısaca... Ama bunu derken örnek gösterdiği cümle öyle bir cümle ki bir yarasını gizlemeye çalışmış gibi geldi bana... Evet birçok Fenerbahçeli vakt-i zamanındaki 8-0'lık Ankaragücü maçını örnek gösteriyor. O sene Ankaragücü her ne kadar kova takım durumunda olsa da bir Galatasaraylı olarak bunu kabul ediyorum. Ama kurduğu cümlede verdiği örneklerden birini yaklaşık 30 milyon Fenerbahçe taraftarı arasından sadece 3-5 kişi örnek verir ki nitekim o da onlardan biri... Sırf o örnekten dolayı "Onlar da yaptı kabak bize patladı; ama yine de bunu örnek göstermeyin." yakarışı varmış gibi geldi bana...

Kendisine buradan selamlarımı göndererek konuya giriş yapıyorum ufaktan...

Aklıma gelmişken bir şey daha söylemek istiyorum: Bu şike haberlerini verirken Ntv Spor, Ümit Karan için ısrarla eski Galatasaraylı futbolcu deyip deyip durdu. Bunun bilerek, isteyerek ve taraf tutmak amaçlı yapıldığı çok açık... Bunu da belirtmeden geçmek istemedim...

Neyse geçen hafta uyuyorken kardeşim tarafından şiddet içerikli bir şekilde uyandırıldım. Televizyona baktığımda şike operasyonunun düğmesine basmış birileri...

Haberi görür görmez ve idrak eder etmez -ki bu çok kısa sürede gerçekleşti- ağzımdan çıkan söz öbeği şuydu: "İyi ki bu sene bir iddiamız yokmuş. Olsaydı biz de güme giderdik." oldu. Nitekim öyleydi de...

Şu durumda her ne kadar kabak Fenerbahçe'ye patlamış olsa da birçok takımın şike yaptığı zaten bildiğimiz bir şeydi... Takım ayırmaya etmeye gerek yok. Hiçbirimiz saf duygularla takımını destekleyen çocuklar değiliz artık!

Adam kayırmalarıyla meşhur ülkemizde futbol gibi ilgi gören ve büyük paraların döndüğü bir alanda kimse bana masum numarası yapmasın. Harcadığı enerjiye yazık olur.

Başlarda her Galatasaraylı gibi özellikle de bu sene geçirdiğimiz berbat sezondan sonra, bi' de üstüne Fenerbahçeliler'in kümede kal geyiklerinden sonra Fenerbahçe'nin küme düşmesini istiyordum. Ama yazılanları, çizilenleri ve hatta şu blogu yazarken çıkan kararı göz önünde bulundurunca amacın şike yapılıp yapılmaması olmadığını düşünen taraftayım...

Bu olaylar patlak verdiğinde "Aziz Yıldırım bir şekilde kıçını kurtarır, olan Fenerbahçe'ye olacak; siz hala "Aziz Yıldırım masumdur." diyorsunuz. Sizin kafanıza sıçayım ben!" diye bir tweet yazmıştım. Alınan kararlara bakınca durumun tam tersi olduğunu görüyoruz. Nitekim bu operasyonun amacı şike olsaydı gerçekten dediğim gibi bir sonuç olurdu. Durumun ters sonuçlanması operasyonun amacının şike olmadığını göstermektedir.

Amaç çok açık bir şekilde Aziz Yıldırım'ı -kendisini sevmediğimi de belirteyim- indirmekti. Kısacası "Futbolu şikeden temizleyeceğiz." diyerek yola çıkanlar, bu ağır abiler yerine kendi adamları olan ağır gibi görünmeyen ama diğerlerinden daha ağır olan başka abiler getirerek futbola siyaset karıştırma niyetindeler... Kaldı ki başlı başına pislik bir şey olan siyaset ile bi' bok temizlenmez.

Futbolu emelleri uğruna kullanacaklar.

Kısacası şikeyi meşrulaştıracaklar. Aldıkları karar da bu yönde zaten.

Evet, Fenerbahçe'nin düşmesini istemiyorum. Bir nevi vicdan meselesi... Ama bütün bu olanlar hatta Aziz Yıldırım'ın şu anda cezaevinde olması ortada şike olduğunun bir göstergesi...

Peki alınan karar Nisan'da çıkardıkları yasaya niye ters? Adı bu olaylara karışan kulüplerin dışındaki kulüplerin, kasalarına girecek parayı kaybetmemek adına, başkanının şike yapmasından dolayı içeride yatan Fenerbahçe'nin yanında yer almaları başlı başına bir şike değil mi zaten?

Tekrar söylüyorum: Ben Fenerbahçe'nin küme düşmesini istemiyorum. Ama olan olaylar daha doğrusu sergilenen oyun cidden komedi. Başlı başına safsata...

Başka planları olan abilerin "Minareyi çaldım, kılıfını da hazırladım." olayıdır bu gördüklerimiz.

Futbolu temizlik adı altında daha da kirletecekler.

Asıl örgütlenme yeni başlıyor beyler!

Ve evet, hiçbir şey ne yazık ki eskisi gibi olmayacak...

6 Temmuz 2011 Çarşamba

İş...

Saat çaldı gözlerini açtı. Saat kurmak eski bir alışkanlığıydı. İşi kabul ettiğinden beri gözleri, uykunun ne demek olduğunu unutmuştu. Buna rağmen saat kurma alışkanlığı gibi her gece uyuyor numarası yapıyordu.

Aslında geceleri de çalışabiliyordu. Ne zaman iş çıkacağı belli değildi. Yıllar geçmesine rağmen hala tam olarak alışamamıştı.

Yaptığı işle adı da çıkmıştı zaten. Herkes zalim gözüyle bakıyordu kendisine...

Bu düşüncelerle yataktan çıktı. Banyoya gitti. Ilık bir duş her zaman işe yarardı.

Kahvaltı etmeyi eskiden sevdiği için bu alışkanlığından asla vazgeçemiyordu. Her ne kadar eski tadı alamasa da güzel bir kahvaltı ve iyi demlenmiş sıcak bir çay gibisi yoktu.

Çay demlenirken posta kutusuna yöneldi. Gazeteleri ve iş planını aldı. İş planına bakmak yerine gazetelere şöyle bir göz atmayı tercih etti.

Spor sayfasından başlamak en iyisiydi onun için... 3. sayfa haberlerinden oldum olası nefret ediyordu. Asla okumazdı; nitekim yine okumayacaktı.

Kahvaltısını yapıp çayını içtikten sonra gazetenin tamamını gözden geçirdi. Fazla vakti yoktu.

Gazetelere baktıktan sonra iş planına baktı. İş planı bir çeşit listeydi. Varlıklarına el konulacak insanlar silsilesi... Her isim bir sürü küfür demekti. Yiyeceği küfürlerin ne kadar yaratıcı olacağı düşüncesiyle giyindi.

Dışarı çıktı. Güzel bir hava vardı ve ilk adrese doğru giderken tadını çıkarmaya kararlıydı.

Bu işi nasıl oldu da kabul etmişti. Her şey hayal meyaldi. O güne dair hiçbir şey hatırlamıyordu. Yüzyıllar geçmiş gibiydi...

İlk zamanlarını hatırladı. Gözyaşlarını tutamamıştı ilk görevinde... Karşısındaki adam bunu timsah gözyaşları olarak tanımlamıştı. İçi acımıştı resmen... O an işi bırakmayı bile düşünmüştü. Bir şekilde vazgeçirmişti iş arkadaşları... Birilerinin bu işi yapması gerektiğini söylemişlerdi ona...

İlk kez o gün küfretmişti patronuna... Patronu da biliyordu durumu... Ama bilmesi zerre umrunda değildi. Patronunun kendisini lanetlediğini, anlamadığını ve asla da anlamayacağını düşünüyordu. Aralarında soğuk savaş vardı.

Zamanla alışmıştı. Daha doğrusu alışmış görünmeye çalışıyordu.

Şu ana kadar kendisini anladığını düşündüğü tek kişi 9 yaşlarındaki bir oğlan çocuğuydu... Daha gözyaşlarını tutamadığı zamanlardı... Çocuk ona; üzülmemesini, sadece kendisine verilen görevi yaptığını, bu yüzden kendisini suçlamamasını söylemişti.

9 yaşında bunları söyleyen bir çocuğun umutlarını yok etmek düşüncesi onu delirtiyordu. Birçok ailenin onun yüzünden dünyası yıkılmıştı.

Bir keresinde de gittiği evlerden birinde 70'inin sonuna yaklaşmış bir kadınla karşılaşmıştı. Adam kendisine küfürler yağdırırken, kadın ona "Hayatı boyunca huysuz bir adamdı. Bakma sen ona, böyle olacağı uzun zamandır belliydi. İşini yapmaya devam et sen." demişti.

Kendisine küfürler yağdıran adama hak vermişti. Bu gibi durumlarda hak verdiği genelde kendisine küfür edenler oluyordu. Kendisini, onların yerine koyunca hak vermemek için zalim olmak gerekiyordu. Gerçi hak verse de zalimdi ya...

İnsanların varlıklarını, yıllarca biriktirdiklerini ellerinden almak kolay değildi. Ama yaptığı buydu...

Bu işin en pis yanı da daha önce bu durumdan kurtulanlara yaptığı 2. ziyaretlerdi... Bu iki ziyaret arasıdaki zaman dilimi insanlar için 2. şanstı... Bazıları bu şansı iyi kullanıyordu, bazıları ise bu şansın farkında bile değildi... Bazılarının ise bu şansı kullanacak kadar vakitleri bile olmuyordu.

Bu şansın farkında olmayanlara 2. ziyareti, belki de en acımasız olduğu zamanlardı. İşte bir tek o zamanlarda sadece işini yapıyordu hiç düşünmeden... İyi kullananlar ise gerçekten canını acıtıyordu. Fırsat bulamayanlar için ise kesinlikle bir tanımlamada bulunamıyordu.

Bu düşünceler eşliğinde ilk adrese gelmişti. Müstakil bir evdi. Daha vakti vardı. Evin etrafında şöyle bir dolanmak istedi. Yıkacağı yuvayı incelemek istiyordu. Böylece kendisinden daha kolay nefret edebilecekti.

Arka bahçede genç bir anne, oğluyla oyun oynuyordu. Onları izledi bir süre... Çok mutlu görünüyorlardı. Onları birazdan olacaklar konusunda uyarmak düşüncesinin aklına gelmesiyle yok olması çok kısa sürdü. İçinde bulundukları kısa süreli mutluluğun mümkün olduğunca uzun sürmesine izin vermek istedi.

Onlarla çok zaman sonra tekrar karşılaşacaktı. Bu karşılaşma, buraya gelirken kafasından geçen düşünceler arasındaki 2. şans'tan farklıydı...

Çocuğu seyrediyordu. Hayatı birazdan belki de hiç düzelmemek üzere değişecekti. Kadına baktı. Olacakları atlatacak gücü taşıyordu; ama bu gücü kullanabilecek miydi?

Kadınla çocuğu izleyen sadece kendisi değildi. Evin 2. katından onları izleyen adamı gördü. Kadınla göz göze geldiğinde hüzünlü bir gülümseme belirdi adamın yüzünde...

Adama, birazdan olacaklar için kızmaya başlamıştı. Adamın onlara bunu yapmaya hakkı olmadığını düşünüyordu.

Vakit gelmişti artık. Evin ön tarafına geçti. Birazdan beklediği o acı dolu silah sesi duyulacaktı. O sırada üst katta olması gerekiyordu. Çünkü onun adı Azrael'di ve her ne kadar nefret etse de işini yapmak zorundaydı...

Üst kata çıktı. Adamın karşısında duruyordu. Müdahale etmemek işinin tek kuralıydı. Adamla göz göze geldiler ve son derece duygusuz bir sesle "Vakit geldi?" dedi. Adam "Niye bu kadar geciktin?" diyerek karşılık verdi. Duymamazlıktan gelerek aynı duygusuzlukla "Hazır mısın?" dedi. Adam "Bütün hayatım boyunca her an hazırdım." dedi ve tetiği çekti.

Önce adamın bencilliğine küfretti. Sonra ruhunu bedeninden çıkardı ve serbest bıraktı. Birazdan ruhu teslim alacak kişi damlardı. Ne onunla ne de kadın ve çocukla karşılaşmak istemiyordu.

Evden çıktı ve bir sonraki adrese doğru yola koyuldu her zaman yaptığı gibi patronuna küfürler savurarak...

31 Mayıs 2011 Salı

Benim Oyum Dağdaki Çobanınkiyle Bir Mi?

Öncelikle söylemek isterim ki bu yazı şu ana kadar burada yazılmış ilk siyaset içerikli yazıdır. İlk olarak kalır mı bilemem.

Son derece apolitik bir insan evladıyımdır. Siyaset konuşmayı sevmem. Seveceğimi de sanmıyorum. Bütün bunları göz önünde bulundurarak bu yazının, oyunuzu buna veya şuna atın yazısı olmadığını anlayın.

Başlıktaki söz -sanırım 2 yıl önce kadar- ünlü düşünür Aysun Kayacı tarafından söylenmişti. O zaman herkes bi' ton laf etmişti. Bu gruba hatırladığım kadarıyla ben de dahildim...

Az çok bu lafı neden ettiğini ya da ne anlatmak istediğini hepimiz biliyoruz. Belki de bilmiyoruz. Önemli de değil zaten.

Ama ben bu sözü kendisinden ayrı bir şekilde ele alarak değerlendirmek istiyorum. Zira sözü başlı başına ele aldığımda doğruluk payının olduğunu düşünmekteyim.

Ve neden böyle düşündüğümü açıklayacağım. Bunu yaparken klişe olmuş şeyleri kullanacağım. Bazen bir şeyleri anlatmak için çok da karmaşık olmaya gerek olmadığını düşünmekteyim. Kaldı ki bu ülkede buna gerek de yok zaten.

R.T.E'nin ve kabinesindeki bakanların 8 yıllık süreçte az çok aklımda kalan sözlerini gözden geçirmek istiyorum.

  • Çiftçiye söylenmiş bir söz: "Ananı da al git."
  • Şehit olayları üzerine: "Askerlik yan gelip yatma yeri değil."
  • Üniversite mezunları için: "Her üniversite mezunu iş bulmak zorunda değil."
  • Madenciler için: "Ölmek madencilerin kaderinde var."
  • İş arayan ve çalışan kadınlar için: "Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek."
  • Tuzla'daki ölümler üzerine: "Yatıyoruz Tuzla, kalkıyoruz Tuzla."
  • Engelliler için: "Gözlerin görmüyor ama sana iş vermişiz."

Bunlar aklımda kalan sözler... Eminim ki arada unuttuklarım da vardır. Bi' de bu süreçte yaşanan vukuatlar var. Mesela sınav faciaları: Kpss, Ygs, Ales... İçki yasağı(Efes Pilsen Basketbol Takımı vs.), internet sansürü, parasız eğitim istedikleri için hala içeride yatan öğrenciler vs...

Edilen sözler, vukuatlar ve üzerine yapılan sıçtık üzerine sıvalayım kıvamındaki açıklamalar ortada...

Şimdi gelelim derdime...

R.T.E önderliğindeki hükümet yukarıdaki klişelerde de görüldüğü üzere gözümüzün içine baka baka bizimle dalga geçiyor. Dalga geçmekten ötesini yapıyor. (Burada o terimi kullanmak istemiyorum yazının ciddiyetinin kaybolmaması yüzünden. Bir küfür yeterli bu yazı için...) Yüzümüze tükürüyor. Üzülerek söylüyorum ama yaptığı açıkça budur...

Başlıkta geçen dağdaki çoban tanımlamasının, cahilliği simgelediğini düşünebiliriz. Dağdaki çoban cahilliği, imkansızlıktan doğan bir cahilliktir. Hiçbir şekilde aşağılama söz konusu olamaz benim açımdan. Nitekim o tür cahilliğe saygı duyarım. Ben bu tanımlamayı mecazi olarak ele almak istiyorum.

Bir başka ünlü düşünür Nihat Doğan'ın söylediği "Akp'ye oy vermeyen şerefsizdir." sözünü ve yukarıda verdiğim klişeleri göz önünde bulundurduğumda; asıl o klişelerde sözü geçen, kalın harflerle yazılmış gruba dahil olan ya da çevresinde o gruba dahil olanların bulunduğu insanlar kalkıp bu hükümete oy verirlerse...

Bu cümleyi tamamlayarak yazıyı, Yılmaz Özdil seviyesine çekmek istemiyorum. Bu şekilde düşündüğüm için bile kızıyorum kendime...

Ne demek istediğim muhakkak anlaşılmıştır. Ama ben daha açık söylemek istiyorum.

Çiftçi olup; şehit düşen bir oğlu olup ya da askerliğini gerek 15 ay gerekse 5 ay yapmış olup ya da hayatı boyunca asker olup; üniversite mezunu ve işsiz olup; madenci olup; iş arayan ya da çalışan bir kadın olup; Tuzla'da işçi ya da yakınını kaybeden biri olup; engelli olup; kpss, ygs ve ales'e girmiş olup; Efes Pilsen Basketbol Takımı'nın taraftarı olup ya da bu kişilerle bir yakınlığı olup da oyunu Akp'ye atan kişiler benim için dağdaki çobandan daha vahim bir durumdadır. Nitekim en ufak bir saygım bile yoktur kendilerine...

İstatistiksel veriler
e falan da hiç gerek yok. Durum dediğim gibi olsaydı yani bu insanların bırakın çevrelerini kendilerine en ufak bir saygıları olsaydı eğer, bu hükmetin değil iktidar olmak meclise girme gibi bir durumu bile yoktu. Nitekim öyle olmayacak ve hepimizin düşündüğü üzere kendileriyle dalga geçildiğini göre göre, insan yerine konulmadıklarını bile bile bu insanlar yine oy verecekler ve bu hükümeti tekrar iktidara getirecekler.

İşte bu yüzden dağdaki çobandan daha vahim gördüğüm ve en ufak saygım bile olmayan bu insanlarla benim oyum bir değil. Bu insanlarla aynı seçime de girmeyeceğim.

Tekrar söylüyorum: Bu oyunuzu şuna atın buna atın yazısı değildir; bu, sizi insan yerine koymayan, gözünüzün içine baka baka sizle dalga geçen hatta yüzünüze tükürüp "Ya rabbi şükür!" demenizi bekleyen yaşam formlarına tepkinizi göstererek kendinize olan saygınızı kanıtlayın yazısıdır.

Çevremdeki insanlardan da bana; "Kullanmadığın bir oy onlara yarayacak.", "Bizi düşünmüyorsan çocuklarımızın geleceğini düşün.", "Bari şuna at da oyun bir işe yarasın." safsatalarıyla gelip, üzerimde mahalle baskısı oluşturmamalarını rica ediyorum. Zira kendilerine bile saygısı olmayan insanlarla dolu bu ülkede, sizin yapacağınız çocukların geleceğini düşünmek gibi bir saygıyı beklemeyin benden...

Akp'ye de buradan yeni bir slogan önerisi: "Oy beklediğimiz seçmenin yüzüne tükürdük, yine de iktidar olduk. Hayaldi gerçek oldu."

Telif falan istemiyorum.

Bu yazıyı sabaha karşı yazıp, sonra üzerinden tekrar geçerim düşüncesiyle kaydetmiştim. Düzeltmelerden sonra yayınlayacaktım ki bugün aldığımız, Akp'nin Artvin'deki mitingi sırasında Hes'i protesto eden Emekli Öğretmen Metin Lokumcu'nun, polis tarafından öldürülmesi haberi üstüne tuz biber oldu.

Kendilerini protesto eden herkesi ortadan kaldırma düşüncesi yeteri kadar tüyler ürpertici bir durum..

Doğal haklar
ı olan parasız eğitimi istedikleri için hala hapiste yatan iki öğrenci: Berna Yılmaz ve Ferhat tüzer... Şimdi de Hes'i protesto etmek isteyen ve öldürülen bir öğretmen: Metin Lokumcu... Yukarıdaki gruplara öğretmenleri de dahil ediyorum artık!

Ve bir klişeden daha bahsetmek istiyorum. Bir düşman olarak gördüğümüz Yunanistan'da polis tarafından öldürülen 16 yaşındaki Alexandros Grigoropoulos için bütün Yunanistan sokağa dökülmüştü. İç savaş çıkmıştı. Sonuçta o polis, müebbet hapis ile cezalandırıldı. Alex'i geri getirmeyecek belki ama o polis, yediği haltla hayatı boyunca yüzleşmek zorunda kalacak. Bakalım biz, Yunan Halkı gibi olacabilecek miyiz?

Hiç sanmıyorum... İleri demokrasi terör örgütü olarak tanımladığım bu hükümet hiçbir şey olmamış gibi bu olayla da dalga geçtikten sonra bir 4 yıl daha başımızda olacaktır...

6 Mayıs 2011 Cuma

Requiem for a Dream...

Şimdi siz bu başlığı görüp bir güzel, heyecanla yazıyı okumaya başlayacaksınız ve 3. paragraf bittiğinde "Bok ye!" deyip yazıyı okumayı bırakacaksınız ya; yanarım yanarım buna yanarım!

Yok lan! Ne yanacağım, kafama göre takılmaya devam edeceğim.

Öncelikle film ile ilgili bir yazı beklediğinizi hepimiz biliyoruz. Kabul edelim bunu... Ettik değil mi? Hep bir ağızdan "EEETTİİİİİK!" diye bağırdığınızı duydum. Ama hayalkırıklığınız burada devreye girsin ki hazırlıklı olun. Bu film izlemem gereken filmler listesinde... Yani henüz izlemediğim bir film... Tam şu anda tahmin ettiğiniz üzere yazı filmle ilgili değil!

Hea, bi' de şunu diyeceksiniz, özellikle beni tanıyanlar: "Sinema seven, sinemayla uğraşmak isteyen bir adam olarak nasıl bu filmi izlemezsin?"... Yer yer hak verebilirim. Ama zaman ayıramadım; bi' de herkesin bahsetmesi, müziğinin ana haber bültenlerinde sıkça duyulması, uyuşturu konusundan zerre haz etmemem uzak durma nedenlerimden birkaçı...

Açıkçası bu yazı geçenlerde gördüğüm bir rüya ile ilgili... Hayatımda çok fazla salak saçma rüyalar gören bir insan evladıyım... Seks, şiddet, korku, gerilim, aksiyon, dram gibi kategorilerde birçok rüya görmüştüm ama absürd komedi türünde bir rüya görmemiştim. Gördüysem de sayısı çok az olduğundan hatırlamıyorum. Genelde rüyalar da salak saçma olur. Bunun bana has bir durum olduğunu sanmıyorum. Kimse rüyasında kendisini Harikalar Diyarı'nda börtü böcekle oynaşırken görmez.

*Ulen, aslında oynaşmak lafını algılamaya göre değişir bu!* Börtü böcekle oynaşmak? Sanırım haklısın lan! Kabus konusu cidden...

Gerçi anlatacağım rüyanın yanında, börtü böcekle oynaşmak düşüncesi gayet mantıklı kalabilir.

Tamam la tamam! Geliyorum sadede...

Eski evimdeyim... 4-5 kişi falan var benimle birlikte ve salonda oturuyoruz. Sadece biri tanıdık; daha doğrusu kim olduğunu biliyorum. Onun dışındakileri seçemiyorum; ama tanıdığım kişiler olduğu belli... Biz " Sakın yabancılardan şeker alma!" nesliyiz ki evinde yabancı birileri olması bile son derece ters bir fikir...

Kimliği belirli olan bu zat, Mustafa Sandal idi... "Ne alaka?" türündeki sorularınızı kendinize saklayın. Zira verebilecek bir cevabım yok. Böyle koltukta oturuyor. İşin bir diğer salak yanı, bu oturma işlemini gözündeki güneş gözlüğü eşliğinde yapıyor. Ulen, " "Ne alaka?" sorularınızı kendinize saklayın!" demedim mi ben? Evet, dedim.

Bana bir anda son albümüyle ilgili bir şeyler soruyor. Ben de son derece misafirperver(!) bir ifade ile "Bunu bana mı soruyorsun?" deyip, yine son derece misafirperver(!) bir tavırla gülüyorum. Parantez içi ünlem işaretleri tamamen gıcıklığımın bir ürünü...

Gülen sadece ben değilim tabii... Evde kimliği belirsiz şahıslar da gülüyor. Tabii onlar hiç de misafirperver şekilde yapmıyor bu gülme işlemini... Burada parantez içi ünlem olmaması , hiç de kibar insanlar olmadıklarını gösteriyor.

Bozulan Musti (iki dakikada kanka moduna bağlarım.) bu bozuntu dolu ifadeyi saklamak için salak salak sırıtmaya başlıyor. Acaba hangi dişçiye gidiyor? sorusunun, beynimin kıvrımlarında var olması ile yok olması arasındaki zaman dilimi, kol saati ya da duvar saati ile ölçülemeyecek kadar kısa... Zaten bu yüzden dilim demek de saçma oldu...

Neyse bu salak sırıtmanın altında saklanmaya çalışan bu bozuk ifadeyi toplamam gerektiğini düşünüyorum ve bu düşünceyi uygulamaya geçiriyorum misafirperver bir insan olarak...

"Ya, senin ilk albümün var bende... Hem de kaset... Getirsem de imzalasan olur mu?" diyorum. Evet, kaset ve evet, 90'larda dinlediğim şeyleri saklamıyorum. O dönemki popçulardan Serdar Ortaç dışında hepsinin ilk albümleri vardır bende...

Cevabını bildiğim bu soruyu sorduğum an ile zaten bildiğim cevabı aldığım an arasındaki süre, az önce anlatmaya çalıştığım süreden daha da kısa...

Bi' an için bu sürenin kısalığının, cevabı bilmem mi olduğunu düşündüğüm an ile bu düşün... Şaka lan şaka! Bokunu çıkarmayacağım...

*Hani cevabını bildiğin soruları sormak zaman kaybıydı?* Ulen, tırtinho! ("Bunun benim uydurduğum bir kelime olduğunu anlamak zor olmasa gerek!" diyeceğim de sanırım bu kelime arkadaşla ortak türettiğimiz bir kelime ve tırtinyo şeklinde teleffuz ediliyor.) Rüya dediğin şey zaten 8 sn. sürüyormuş maksimum; kaldı ki bunun milyarda biri kadar bir kayıptan söz ediyoruz. Çık aradan...

Musti'ye döneyim ben... Biraz önceki yapmacık ve salak olan sırıtma, yerini içten ve salak bir sırıtmaya bırakıyor. "Çok isterim." dedikten sonra ben, kasedi almaya daha doğrusu aramaya gidiyorum. Ne sandınız ki; baş ucumda falan durduğunu mu?

Bir süre bakınıp bulamadıktan sonra "Anneeee kasetler nerde? diye bağırıyor (Bu arada kimliği belirsiz kişilerden birine daha kimlik tespiti yapmış olduk.) ve kan ter içinde uyanıyorum.

Yok lan! Ne kan teri? Kıçımı örtüp salak salak sırıtarak fosur fosur uyumaya devam ettim...

Bu rüya hayatımdaki salak saçma rüyalar listesine 1 numaradan giriş yapmıştır. Ayrıca bi' ara Freud Amca zahmet edip şu rüyayı yorumlasa ya! Çok fazla uğraşmasına gerek de yok. İstediği bütün malzemeler mevcut: anne, çocuk ve kaset... İş kendisine gelince "Bazen bir pipo sadece pipodur." ama olay bize gelince "Bazen bir kaset sadece kasettir." olmuyor. Freud Amca, adam değilsin lan!

Bu arada Musti, Suç bende değil sende adamım!

Not: Bu yazı aslında pazartesi günü kaleme alındı. Evet, "Kaleme alındı." dedim. Çünkü önce yazı yazarken kağıda yazıyorum; sonra buraya aktarıyorum. Aktarma işlemi bile 4 gün sürmüş. Sanırım bu yazı işini azıcık ciddiye almam gerekiyor.

18 Mart 2011 Cuma

Ben, Geçenlerde Kurt Cobain'i Gördüm; Ağlıyordu...

Uzun zamandır yazmıyordum. Daha yazacağım bir sürü de yazı var; ama bir türlü fırsat bulamıyorum. Gerçi fırsat bulduğum zamanlarda da üşengeçliğimi bahane ediyordum ya... Neyse ki bloğu takip eden 26 kişi var. Bunların yarısı arkadaşım zaten. O yarının da yarısının yani toplamın çeyreğinin de okuduğunu sanmıyorum. Kısacası kendim için yazıyorum; bu yüzden yazmadığım zamanlarda vicdan azabı çektiğimi söyleyemem...

Giriş bölümünü sorunsuz atlattığımıza göre yavaş yavaş sadede geleyim ben...

Geçenlerde Alsancak'ta yeni bir mekan keşfettik arkadaşla... Hayatımdaki birçok şey gibi bu da spontane gelişen bir durumdu. Spontane kelimesini de herhalde sadece Fotomaç kullanıyordur...

Tekrar neyse...

Canlı müzik yapılan bir mekandı... Arkadaşla kendimize başımızı sokacak bir yer ararken müziğin sesine kulak vererek mekana girdik. Açık adres: Muzaffer İzgü Sokağı Lilith... Müzik yapılan yer, apartman girişi kıvamında ince dar bir koridor şeklindeydi. Duvarlarda ise en sağlam müzisyenlerin posterleri: Pink Floyd'dan, The Doors'a; Bob Dylan'dan Edith Piaf'a...

Çalan adam, sonradan öğrendik ki Makedon ve yine sonradan öğrendik ki adı Süleyman... Biz kendisine Sülüman demeyi tercih ettik nedense... Bizden biri gibi olsa da hala alışamamış buranın adetlerine...

Birçok insana göre daha düzgün Türkçe kullanmasına, Cem Karaca'nın Ceviz Ağacı şarkısını söylemesine rağmen "Türkçe'm için özür dilerim." diyor şarkı aralarında...

Tek izin günümde bi' iki bir şey içip kalkmayı planlarken kendimizi müziğe kaptırıyoruz; daha doğrusu Süleyman'ın müziğine...

Aradan bayağa bir zaman geçtikten sonra hava iyice bozuyor. Burada hava derken ortamın değil, bildiğimiz havadan bahsediyorum ki sigara almaya gittiğim an fark ediyorum.

Yerime oturup, paketi açtıktan ve bir sigara yaktıktan sonra arkadaşımın bir yere kitlendiğini görüyorum. Arkamı döndüğümde ise tüylerimin bırakın diken diken olmasını, vücudumu terk ettiğini hissediyorum.

Hayatımda bu tarz şeyler çok ender gerçekleşir. Bir tanesi gerçekleştiğinde ise hepsi zincirleme bir reaksiyon gibi birbirini çağrıştırır...

(flashback on)

Askerdeyken komutanların çocuklarına özel ders veriyordum; konu ise matematik...

Boktan geçen askerliğimin yine boktan bir günüydü... İlkokul 4 çocuklarına ders vereceğim karlı bir cumartesiydi... Bir kız, bir erkek öğrenci geldikleri anda yukarı, santrale yanıma çıktılar. O sırada ağlayan beni gördüler.

Ağlayan bir adamdan uzak durmak gerekiyormuş gibi kız olan yanıma hiç yaklaşmadı. Erkek olan ise yanıma yaklaştı, yanağımdan öptü ve elini yanağıma koyarak "Biz aşağıda bekliyoruz; istediğin zaman gel." deyip arkadaşıyla birlikte odadan çıktı.

O ufacık elin yanağıma değdiği an ben, bütün sıkıntılarımı unutup, adeta bulutların üstünde gezintiye çıkmıştım. Hayatımda bu kadar huzurlu olduğum, hiçbir şey düşünmeden geçirdiğim bi' an hatırlamıyorum. O anı ölürken bile hatırlayacağıma eminim...

(flashback off)

Ne diyordum? hea, arkadaşımın kitlendiği nokta...

Arkamı döndüğümde gördüğüm manzara şok ediciydi: Ağlayan bir Kurt Cobain...

Resmen gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Biz büyülenmiş bir şekilde bakarken, garson gelip "Her yağmur yağdığında o ağlıyor." dedi.

Tavandan akan su Kurt Cobain'in gözünden başlayıp yoluna devam ediyordu. Bu sırada çalan şarkı da bir önceki blogda bahsi geçen ve Cem Karaca'ya ait olan Islak Islak'tı... Resimdeki Gözyaşları'nın daha uyumlu olacağını sonradan düşünmüş olsam da Islak Islak daha bi' iyiymiş gibi geliyor bu yazıyı yazarken...

Mekandaki birçok insan fotoğrafını çekmeye çalıştıysa da başarılı olamadı. Sanki o an, anlatılamaz gibiydi... Kaldı ki bu blogun bile yeterli olacağını sanmıyorum.

Garsona "Bilerek mi yaptınız?" diye sorduğumda aldığım cevap, "Hayır, biz de ilk gördüğümüzde çok şaşırdık." idi ve tatmin ediciydi...

Bütün yağmur boyunca sanki başka boyuttaydım. Kurt Cobain'i, hayatını, intiharını ve öldükten sonra bile ağlayabilme ihtimalimizi düşündüm. O çocuğun bana yaptığı gibi gidip elimi yanağına koyma cesareti gösteremedim. Tek yapabildiğim şey; kalan biramı fondip yapıp, garsondan bir bira daha istemekti...

1 Şubat 2011 Salı

Ustalara Saygı Köşesi...

Böyle köşe möşe deyince bir an kendimi bir dergide veya gazetede yazıyormuş gibi hissettim ve kıçım kalktı. Bu histen vazgeçtiğim bu cümle sırasında da farkettim ki bu kısa süreli bir etkiydi. Konuya acil bir giriş yapmak istiyorum bu sefer...

Tam 1 yıl olmuş bu yazıyı yazalı... Birkaç ufak tefek değişiklikle fakat aynı duygularla tekrar yazmamın bir sakıncası olmadığını düşünmekteyim.

Bugün 1 Şubat... 2011' in ilk ayını da bitirmiş bulunuyoruz an itibariyle. Zaman çabuk geçiyormuş yav! 12 yıl olmuş Barış Abi (ağabey yazmak istemedi canım) aramızdan ayrılalı... 8 Şubat ise Cem Karaca'nın 7. ölüm yıldönümü...

Tek blog ile ikisini de aradan çıkarmak gibi bir düşüncede değilim; ama ikisini birden anmanın daha iyi olacağını düşünüyorum. Bahsetmek istediğim konu için de en uygunu bu sanırım... Önce kayıp kuşak (nam-ı diğer X kuşağı), ardından da onun bir üst modeli olan Y kuşağı (ben de bu gruba dahilim) bu iki ustanın şarkılarıyla büyümüştür. Üzücüydü bu kayıplar... Üzücü de olması gerekiyordu zaten. Yıllarca dinlenildi, bi' bu kadar daha yıl dinlenilmesi gerekiyor.

Kafamda çocuk yapmak, aile kurmak gibi fikirleri öldürdüğüm için bizden sonraki kuşakların dinlemesi işini siz aile kuracaklara bırakıyorum. Sürekli çıplak ayakla dolaşmak ve taşa oturmak gibi eylemlerle çocuk olayını kendim için imkansız hale getirmeye çalışıyorum bir yandan... Neyse işin şakası bir yana görevinizi anladınız.

Bu iki ustanın, benim için farklı anlamlar taşıyan iki şarkısından bahsetmek istiyorum. Barış Manço' nun Alla Beni Pulla Beni, Cem Karaca'nın ise Islak Islak şarkısı... Bu iki şarkının bende uyandırdığı hisler, gözlerimi kapadığımda önümde beliren hayaller silsilesi bambaşka bir boyutta... Kimilerine göre sıradan, kimilerine göre sıradışı, kimileri için bir yaşanmışlığı olan, kimileri için de sadece bir şarkıdır. Ama bendeki hisleri, herhangi bir yaşanmışlığım olmasa da fantastik boyutlardadır. Yıllardır fantastik edebiyat okuyan biri olarak, bu edebiyatta geçen görkemli aşkların fon müziği olabilecek niteliktedir sözleri...

Bu şarkıları ne zaman dinlesem, mitolojideki tanrıların yaşadığı aşklara şahit oluyormuş gibi hissediyorum kendimi. Sözler inanılmaz derecede görkemli ve güçlü. Bir tanrının, bir tanrıçaya duyduğu aşkı ya da bir tanrının, bir insana duyduğu aşkı da anlatıyor olabilir. Ama bir önemi yok. Sonuç ikisinde de aynı... Ortada görkemli, destansı bir aşk var.

Bir yandan da bu şarkılarda anlatıldığı gibi güçlü bir aşk olduğuna da inanmıyorum. Frank Zappa Abimiz ne demiş: "Şarkılardaki sevgi gerçek olsaydı, herkes birbirini severdi." ... İnandığım bir şeyi, kanıtlarla da çok pis desteklerim.

Neyse söz konusu şarkılarda geçen aşkın gücünü ancak destanlarda, masallarda, efsanevi fantastik hikayelerde ya da filmlerde görebiliriz. Bu yüzden de bu gibi durumlarda da bu şarkılar, çok rahat bir şekilde fon müziği olabilirler. En azından benim için öyle... Özellikle de şu son zamanlarda aşkı, tek elle kopça çözüp aynı zamanda öpmek ya da börtü böcek, bitki örtüleri kelimelerine -m gibi iyelik ekini eklemek sanan alt basamak yaşam formları ile etrafım kuşatılınca, bu iki şarkıya daha bir sımsıkı sarılıyorum.

Buradan bu iki büyük ustaya bu şarkılar ve daha fazlası için çok teşekkür ediyorum. Huzur içinde uyuyun...

5 Ocak 2011 Çarşamba

Oscar'a Adım Adım...

Bazı yazılara giriş cümlesi bulmakta zorlanıyorum ya, işte o an yazmadan sayfayı kapatasım geliyor. "Bu sefer zolanmayacağım." dedikçe giriş cümlesi, yılan hikayesine dönüyor. Aha, buldum bu sefer...

Beni tanıyanlar hayalimdeki işin ne olduğunu az çok biliyorlar. Bilmeyenler içinse tek kelimeyle özetleyeyim: Sinema... Asıl istediğim yazıp yönetmek olsa da herhangi bir yerinde de görev alabilirim. Tam burada şunu belirtmeliyim; herhangi bir yeri dediysem kamera arkası, önü kesinlikle bana uygun değil... Fotojenik bir tip olmamakla birlikte yeteneğim de yok... Gerçi ikisinin de bulunmadığı insanları görmüyor değiliz; ama konu şu anda benim...

Bu hayalimi gerçekleştirdim mi ya da gerçekleştirmeye yakın mıyım? "Yakın bile hayal." demekle yetineyim. Ama konumuz bu da değil...

Ben olsam "Ee, konu ne o zaman amına koyayım? Hala gelemedin sadede." derdim. Siz de diyebilirsiniz, bence demelisiniz de...

Neyse bu iş içinde bulunduğumda kendimden geçiyorum görevim ne olursa olsun. Uykusuzluk, saatlerce ayakta kalmak, soğuk bile koymuyor. Bugüne kadar birçok kısa filmde birçok işte görev aldım. Boom tutmak, time code tutmak, set fotoğrafçılığı, set amirliği, kamera asistanlığı, prodüksiyon, yardımcı yönetmen vs... En ciddi çalışmam -her ne kadar sinema olmasa da- Trt'de yayınlanan bir dizide kamera asistanlığıydı... Sonra gerisi gelmedi, geldiğinde de şartlar uygun değildi falan filan...

Hayallerin ile yapmak zorunda olduğun şeylerin arasında sıkışıp kalmak gibi bir dert varken bi' de az çok bu işin içinde olup da istediğin yerinde görev alamamak gibi bir durum söz konusu... Time code tutmak bile bana zevk veriyor; ama gelin görün ki bu aralar çok sık bir şekilde kamera önünde yer almaya başladım ve sanki daha da devam edecekmiş gibi... Hani ilk başlarda arka masada oturan bir adamken sorun yoktu da biraz daha fazla görününce sorun oluyor. İnanılmaz derece rahatsızım bu durumdan...

İlk oynadığım kısa film, bir arkadaşın fear of the dark temalı filmiydi. Bir barda arka masada oturan lak lak yapan bir adamdım... Bir sonraki ise aslında en ciddisi ve en rahatsız edeniydi... Yok lan, porno falan değildi... Keşke porno olsaydı. Düşünün o derece...

Kamera asistanlığı yaptığım dizide ambulans doktorunu oynadım. Çok stresli bir an olduğunu söylemeliyim. Kalp masajı yapmak, "hasta kardiyak arreste girdi, 1 mg bilmem ne (şu anda hatırlamıyorum ismini) verin; hastayı kaybediyoruz." gibi repliğim bile vardı. Gerçi 40 yaşında bir adam sesi verdikleri için facianın boyutları daha da büyüktü... Tabi facianın büyük olmasındaki asıl sebepler; saçımın uzun olması, sakalımın olması, +18 t-shirt'üm, küpelerim, kot pantolonum ve spor ayakkabılarımdı... Hea, bi' de yüzük vardı parmağımda ki o konuya değinmek dahi istemiyorum. Ayrıca dizi direkt benimle başlıyordu. O aralar özellikle tıp bölümünde okuyan arkadaşlar arasında taşşak (bilerek iki ş ile yazıldı.) konusuydum... Aslında "House'da oynamak için başvursam mı?" diye düşünmüyor da değilim.

Bundan sonrakiler öyle ciddi(!) prodüksiyonlar değildi. Ama göz önünde bulunma süresi sonlara doğru biraz daha arttı.

Klise için çektiğimiz Via Crucis adlı kısa filmde boom tutmanın yanı sıra oyuncu eksikliğinden dolayı çuval giyip İsa'nın asılmasını isteyen öfkeli köylülerden birini oynamak zorunda kaldım. Replik vermelerini ben istemedim ki o derece rahatsız oluyorum, gerisini siz düşünün.

Bir sonraki film ise keçinin sevmediği ot burnunun dibinde tüter mantığıydı resmen... Arkadaşlarla eğlenmek için gittiğimiz barda film çekimi vardı ve filmi çekenlerin ricası dans eden bir kalabalık oluşturmamızdı. Sonuçta bu işin ne zorluklarla yapıldığını bildiğimiz için yardım etmekten çekinmedik. "Nasıl olsa kalabalık arasında kaynar giderim." diye düşünüyordum ki nitekim öyle olmadı. Barda esas kızın yanında duran eleman rolünü verdiler. Tam burada da yüz verip astarını istemek mantığı devreye girdi.

2010 senesinin ilk yarısında ise herhangi bir projede rol almadım. İçinde proje geçen bir cümlenin arkasından "Karayipler'de inzivaya çekildim." gibi bir cümle kurmak istedim bir an için...

Neyse 2. yarısı ise pek beklediğim gibi olmadı. Önce bir yarışma için çektiğimiz kısa filmlerin birinde trafik kazasında ölmüş adamı oynadım. Bu rolde sorun yoktu. Görünen yerlerim; sağ elim ile, 46 numara adidas superskate vulclarımdı...

*Oha, resmen reklam aldın lan yazıya.*... O ayakkabının ayağıma göre olanını bulana kadar canım çıktı lan. Yeri geldi hakkını verdim. Uzatma daha fazla. Hem bu sefer uzak dursaydın bari. *Ne yapayım? Özlemişim. Neyse istenmediğim yerde durmam zaten*... Kaybol.

O rolde olmaktan hiç şikayetçi olmadım. Bütün günün yorgunluğunu ve kıçımın donmasını yerde battaniye altında yatarak attım. O sahne çekilirken "Uyuyordum." desem yalan olmaz.

Gelelim son iki projeye... Biri yine bir yarışma için çektiğimiz bir filmdi... Episodelardan oluşan bu filmde belki de en anlaşılmaz olanında kafeye gidip kitap okuyan, tost siparişi veren ve garsonla mimiklerle anlaşmaya çalışan genç çocuk rolündeydim. Artık bölümün anlaşılmazlığı, ben oynadığım için miydi; yoksa uyarılarımı dinlemeyen senarist ve yönetmen arkadaşın mıydı bilemeyeceğim.

Bir diğeri ise geçen haftaydı. Burada geçen sene esprisi yapsaydım, dayak yerdim değil mi? Tamam tamam... Cevabı biliyorum. Bir arkadaşın ödev için çektiği klipte sevgilisi tarafından terk edilmiş ve onunla yaşadığı anılar arasında yolculuğa çıkan bir eleman rolündeydim. Nuri Bilge Ceylan filmlerindeki karakterler gibi boş boş denize bakıp sürekli oradan oraya yürüyordum. Ama bir sahne var ki şu ana kadar sevgililerin hikayesini anlatan film, dizi, klip vs. içerisinde belki de en saçma olanıdır... Hani anlatılmaz yaşanır türden bir durum... Bahsettiğim saçmalığın etkisini buradan hissedemeyeceğiniz için anlatmıyorum. Zaten şarkı da Teoman'ın Gündüz Düşleri diye bir şarkısı... Teoman denilince bile sinir olurken bi' de onun şarkısı eşliğinde öyle saçma bir sahnede oynamak... Kabus gibi...


Sevmediğim bir olay etrafında dönüp duruyorum ya da o benim etrafımda dönüp duruyor... Belki de -her ne kadar olmadığını düşünsem de- benim bile haberim olmayan gizli bir yeteneğim vardır; bu zamana kadar kamera önünde kasıldığım için ya da soğuktan dolayı bu yeteneğimi ortaya koyamadım. Eğer böyle bir şey söz konusuysa ve biri çıkıp bunu keşfedip, reddedemeyeceğim bir teklifle karşıma gelirse ne bok yiyeceğim? Şu anda belki de Oscar'a doğru emin adımlarla ilerliyorum haberim yok... Benim asıl korkum bu... Ama ne olursa olsun kamera önünde veya arkasında bulunmak son derece eğlenceli bir iş... Hiç şüphesiz yapmaktan zevk aldığım, alacağım tek iş de bu olacak.

Velhasıl kelam (kullandığım bu söz öbeği için kendime bir oha!) ne kadar şikayet etsem de şöyle bir Imdb profiline hayır demezdim (listeyi aşağıdan yukarıya doğru okumanızı tavsiye ederim):


Poyraz Büyükok

Büyüyünce anime karakteri olmak istiyordu ama annesi çizmek yerine doğurduğu için yalan oldu...
Bu hayali yalan olduğu gibi hiçbir hayalini de gerçekleştirebilmiş değildir. Bilgisayar Ağırlıklı Matematik okumuş olup üniversite yıllarında sinemaya merak salmıştır. Bu bölümden mezun olanların bir işi var mı bilmiyoruz ama o da Türkiye'deki birçok mezun gibi işini yapmak istemiyor. Matematikle hayatı boyunca sorunu olmamasına rağmen puana göre tercih yapmış bir Türk Genci'dir. Hala da bir baltaya sap olabilmiş değildir kendisi. Hobileri arasında yine her Türk Genci'nin olduğu gibi kitap okumak, müzik dinlemek, film seyretmek ve internette sörf yapmak vardır. Film seyretmenin yanında da ufak tefek işler de olsa içinde yer almayı başarabilmiştir. Hatta hayattaki tek başarısı da -başarı denilirse tabi- budur...

Born:
Poyraz Büyükok, Mayıs 9, 1984 in İzmir, Turkey


      








      
Actor:


  • Harry Potter: Ben Öğrenciyken Çok Piçtim (announced) ( 2051 - Harry Potter'ı Disipline Yollayan Hoca)
  • Cehennem Silahı 5: The End (announced) (2050 - Bu İşler İçin Yaşlı Olan Adam)
  • King Kong'un 31. Yeniden Çevrimi (announced) (2031- Empire State Building)
  • Vega Brothers (announced) ( 2020 - 3. Vega)
  • Twilight The Last Movie: Edward Cullen'i Nasıl Öldürdüm? (pre-production) (2018 - Jacob)
  • Saw 17 (pre-production) (2017 - Paslı Testere)
  • Son Teen-Slasher Filmi (pre-production) (2015 - Ölmekten Sıkıldığı İçin Katil Olan Genç)
  • Sweet November 2 (pre-production) (2015 - Charlize Theron'un Yavuklusu)
  • Bir Teen-Slasher Filmi Daha (pre-production) (2014 - Son Ölen)
  • Die Hard 5 (pre-production) ( 2014 - John McClane'nin Ortağı)
  • Halka 3 (pre-production) (2013 - Kuyu Kızı Samara'nın Ağabeyi)
  • Bir Teen-Slasher Filmi Daha (pre-production) (2013 - Ortada Bir yerlerde Ölen)
  • Chuck (pre-production) (2012 - Tv Series - 24 Episodes - Intersect 3.0)
  • Bir Teen-Slasher Filmi (pre-production) (2011 - İlk Ölen)
  • House M.D (pre-production) (2011 - Tv Series - 1 Episode - Cuddy'nin Yeni Sevgilisi)
  • Bir Zombi Filmi (pre-production) (2011 - Short - Zombilerin Efendisi)
  • Gündüz Düşleri (post-production) (2010 - Music Video - Terk Edilmiş Eleman)
  • 5 Duyu (2010 - Short - Kafedeki Kitap Kurdu)
  • Beni Bırakma (2010 - Short - Ölü Adam)
  • Barda (2009 - Short - Esas Kızın Yanındaki Eleman)
  • Via Crucis (2009 - Short - Öfkeli Köylü)
  • Gençlik Başımda Duman (2007 - Tv Series - 1 Episode - Ambulans Doktoru)
  • Fear of The Dark (2007 - Short- Arka Masada Lak Lak Yapan Eleman)


Director & Writer:


  • Ankara Savaşı (announced) (2030)
  • Bir Vampir Filmi (announced) (2027)
  • Elenium Üçlemesi: III - Safir Gül (announced) (2005)
  • Elenium Üçlemesi: II - Yakut Şovalye (announced) (2024)
  • Elenium Üçlemesi: I- Elmas Taht (announced) (2023)
  • Bir Bilimkurgu Hikayesi (announced) (2019 - Anime Series)
  • 4 Kitap (announced) (2017 - Anime Series)
  • Piyango (announced) (2016)
  • Bir İntikam Hikayesi (announced) (2015)
  • Black (pre-production) (+) (2012 - Short)
  • Sinan'ın Hikayesi (pre-production) (2011 - Short)
  • Zaman (announced) (2011 - short)

Not 1: Listenin yarı geyik yarı hayal olduğu zaten anlaşılıyor. "Ee, o zaman niye not düşüyorsun lan?" diyebilme ihtimalinizi sevdiğim ve düşündüğüm için "Azıcık sabredin." diyorum... Listenin Director & Writer kısmı yapmak istediğim filmler... Yanında (+) işareti olanların öyküleri bitmiş durumda. Bunlara, blogun öykü etiketinden ulaşabilirsiniz. Hatta bu kadar okudunuz, size bir kolaylık yapıp başlıklara, ilgili yazıların linkini verdim. Artık bir tık kadar yakınınızda. Sinan'ın Hikayesi'nin ise senaryosu yaklaşık 4 yıl önce yazıldı. Hala çekilmeyi beklemekte ve daha da bekleyecek gibi göründüğü için ilk sıralarda yer almıyor ve evet, daha bir isim koyabilmiş de değilim... (+) işaretinden üstte olanların ise bir kısmının şekli şemali, beyin kıvrımlarımın arasında bir yerlerde; bir kısmı ise sadece fikir aşamasında... Ayrıca isimleri de sırf bu blog için uydurulmuş isimlerdir...

Not 2: Bu yazı bu seneki Oscar Ödülleri ile ilgili değildir.

Not 3: Böyle de iğrenç bir espri anlayışım vardır...