31 Mayıs 2011 Salı

Benim Oyum Dağdaki Çobanınkiyle Bir Mi?

Öncelikle söylemek isterim ki bu yazı şu ana kadar burada yazılmış ilk siyaset içerikli yazıdır. İlk olarak kalır mı bilemem.

Son derece apolitik bir insan evladıyımdır. Siyaset konuşmayı sevmem. Seveceğimi de sanmıyorum. Bütün bunları göz önünde bulundurarak bu yazının, oyunuzu buna veya şuna atın yazısı olmadığını anlayın.

Başlıktaki söz -sanırım 2 yıl önce kadar- ünlü düşünür Aysun Kayacı tarafından söylenmişti. O zaman herkes bi' ton laf etmişti. Bu gruba hatırladığım kadarıyla ben de dahildim...

Az çok bu lafı neden ettiğini ya da ne anlatmak istediğini hepimiz biliyoruz. Belki de bilmiyoruz. Önemli de değil zaten.

Ama ben bu sözü kendisinden ayrı bir şekilde ele alarak değerlendirmek istiyorum. Zira sözü başlı başına ele aldığımda doğruluk payının olduğunu düşünmekteyim.

Ve neden böyle düşündüğümü açıklayacağım. Bunu yaparken klişe olmuş şeyleri kullanacağım. Bazen bir şeyleri anlatmak için çok da karmaşık olmaya gerek olmadığını düşünmekteyim. Kaldı ki bu ülkede buna gerek de yok zaten.

R.T.E'nin ve kabinesindeki bakanların 8 yıllık süreçte az çok aklımda kalan sözlerini gözden geçirmek istiyorum.

  • Çiftçiye söylenmiş bir söz: "Ananı da al git."
  • Şehit olayları üzerine: "Askerlik yan gelip yatma yeri değil."
  • Üniversite mezunları için: "Her üniversite mezunu iş bulmak zorunda değil."
  • Madenciler için: "Ölmek madencilerin kaderinde var."
  • İş arayan ve çalışan kadınlar için: "Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek."
  • Tuzla'daki ölümler üzerine: "Yatıyoruz Tuzla, kalkıyoruz Tuzla."
  • Engelliler için: "Gözlerin görmüyor ama sana iş vermişiz."

Bunlar aklımda kalan sözler... Eminim ki arada unuttuklarım da vardır. Bi' de bu süreçte yaşanan vukuatlar var. Mesela sınav faciaları: Kpss, Ygs, Ales... İçki yasağı(Efes Pilsen Basketbol Takımı vs.), internet sansürü, parasız eğitim istedikleri için hala içeride yatan öğrenciler vs...

Edilen sözler, vukuatlar ve üzerine yapılan sıçtık üzerine sıvalayım kıvamındaki açıklamalar ortada...

Şimdi gelelim derdime...

R.T.E önderliğindeki hükümet yukarıdaki klişelerde de görüldüğü üzere gözümüzün içine baka baka bizimle dalga geçiyor. Dalga geçmekten ötesini yapıyor. (Burada o terimi kullanmak istemiyorum yazının ciddiyetinin kaybolmaması yüzünden. Bir küfür yeterli bu yazı için...) Yüzümüze tükürüyor. Üzülerek söylüyorum ama yaptığı açıkça budur...

Başlıkta geçen dağdaki çoban tanımlamasının, cahilliği simgelediğini düşünebiliriz. Dağdaki çoban cahilliği, imkansızlıktan doğan bir cahilliktir. Hiçbir şekilde aşağılama söz konusu olamaz benim açımdan. Nitekim o tür cahilliğe saygı duyarım. Ben bu tanımlamayı mecazi olarak ele almak istiyorum.

Bir başka ünlü düşünür Nihat Doğan'ın söylediği "Akp'ye oy vermeyen şerefsizdir." sözünü ve yukarıda verdiğim klişeleri göz önünde bulundurduğumda; asıl o klişelerde sözü geçen, kalın harflerle yazılmış gruba dahil olan ya da çevresinde o gruba dahil olanların bulunduğu insanlar kalkıp bu hükümete oy verirlerse...

Bu cümleyi tamamlayarak yazıyı, Yılmaz Özdil seviyesine çekmek istemiyorum. Bu şekilde düşündüğüm için bile kızıyorum kendime...

Ne demek istediğim muhakkak anlaşılmıştır. Ama ben daha açık söylemek istiyorum.

Çiftçi olup; şehit düşen bir oğlu olup ya da askerliğini gerek 15 ay gerekse 5 ay yapmış olup ya da hayatı boyunca asker olup; üniversite mezunu ve işsiz olup; madenci olup; iş arayan ya da çalışan bir kadın olup; Tuzla'da işçi ya da yakınını kaybeden biri olup; engelli olup; kpss, ygs ve ales'e girmiş olup; Efes Pilsen Basketbol Takımı'nın taraftarı olup ya da bu kişilerle bir yakınlığı olup da oyunu Akp'ye atan kişiler benim için dağdaki çobandan daha vahim bir durumdadır. Nitekim en ufak bir saygım bile yoktur kendilerine...

İstatistiksel veriler
e falan da hiç gerek yok. Durum dediğim gibi olsaydı yani bu insanların bırakın çevrelerini kendilerine en ufak bir saygıları olsaydı eğer, bu hükmetin değil iktidar olmak meclise girme gibi bir durumu bile yoktu. Nitekim öyle olmayacak ve hepimizin düşündüğü üzere kendileriyle dalga geçildiğini göre göre, insan yerine konulmadıklarını bile bile bu insanlar yine oy verecekler ve bu hükümeti tekrar iktidara getirecekler.

İşte bu yüzden dağdaki çobandan daha vahim gördüğüm ve en ufak saygım bile olmayan bu insanlarla benim oyum bir değil. Bu insanlarla aynı seçime de girmeyeceğim.

Tekrar söylüyorum: Bu oyunuzu şuna atın buna atın yazısı değildir; bu, sizi insan yerine koymayan, gözünüzün içine baka baka sizle dalga geçen hatta yüzünüze tükürüp "Ya rabbi şükür!" demenizi bekleyen yaşam formlarına tepkinizi göstererek kendinize olan saygınızı kanıtlayın yazısıdır.

Çevremdeki insanlardan da bana; "Kullanmadığın bir oy onlara yarayacak.", "Bizi düşünmüyorsan çocuklarımızın geleceğini düşün.", "Bari şuna at da oyun bir işe yarasın." safsatalarıyla gelip, üzerimde mahalle baskısı oluşturmamalarını rica ediyorum. Zira kendilerine bile saygısı olmayan insanlarla dolu bu ülkede, sizin yapacağınız çocukların geleceğini düşünmek gibi bir saygıyı beklemeyin benden...

Akp'ye de buradan yeni bir slogan önerisi: "Oy beklediğimiz seçmenin yüzüne tükürdük, yine de iktidar olduk. Hayaldi gerçek oldu."

Telif falan istemiyorum.

Bu yazıyı sabaha karşı yazıp, sonra üzerinden tekrar geçerim düşüncesiyle kaydetmiştim. Düzeltmelerden sonra yayınlayacaktım ki bugün aldığımız, Akp'nin Artvin'deki mitingi sırasında Hes'i protesto eden Emekli Öğretmen Metin Lokumcu'nun, polis tarafından öldürülmesi haberi üstüne tuz biber oldu.

Kendilerini protesto eden herkesi ortadan kaldırma düşüncesi yeteri kadar tüyler ürpertici bir durum..

Doğal haklar
ı olan parasız eğitimi istedikleri için hala hapiste yatan iki öğrenci: Berna Yılmaz ve Ferhat tüzer... Şimdi de Hes'i protesto etmek isteyen ve öldürülen bir öğretmen: Metin Lokumcu... Yukarıdaki gruplara öğretmenleri de dahil ediyorum artık!

Ve bir klişeden daha bahsetmek istiyorum. Bir düşman olarak gördüğümüz Yunanistan'da polis tarafından öldürülen 16 yaşındaki Alexandros Grigoropoulos için bütün Yunanistan sokağa dökülmüştü. İç savaş çıkmıştı. Sonuçta o polis, müebbet hapis ile cezalandırıldı. Alex'i geri getirmeyecek belki ama o polis, yediği haltla hayatı boyunca yüzleşmek zorunda kalacak. Bakalım biz, Yunan Halkı gibi olacabilecek miyiz?

Hiç sanmıyorum... İleri demokrasi terör örgütü olarak tanımladığım bu hükümet hiçbir şey olmamış gibi bu olayla da dalga geçtikten sonra bir 4 yıl daha başımızda olacaktır...

6 Mayıs 2011 Cuma

Requiem for a Dream...

Şimdi siz bu başlığı görüp bir güzel, heyecanla yazıyı okumaya başlayacaksınız ve 3. paragraf bittiğinde "Bok ye!" deyip yazıyı okumayı bırakacaksınız ya; yanarım yanarım buna yanarım!

Yok lan! Ne yanacağım, kafama göre takılmaya devam edeceğim.

Öncelikle film ile ilgili bir yazı beklediğinizi hepimiz biliyoruz. Kabul edelim bunu... Ettik değil mi? Hep bir ağızdan "EEETTİİİİİK!" diye bağırdığınızı duydum. Ama hayalkırıklığınız burada devreye girsin ki hazırlıklı olun. Bu film izlemem gereken filmler listesinde... Yani henüz izlemediğim bir film... Tam şu anda tahmin ettiğiniz üzere yazı filmle ilgili değil!

Hea, bi' de şunu diyeceksiniz, özellikle beni tanıyanlar: "Sinema seven, sinemayla uğraşmak isteyen bir adam olarak nasıl bu filmi izlemezsin?"... Yer yer hak verebilirim. Ama zaman ayıramadım; bi' de herkesin bahsetmesi, müziğinin ana haber bültenlerinde sıkça duyulması, uyuşturu konusundan zerre haz etmemem uzak durma nedenlerimden birkaçı...

Açıkçası bu yazı geçenlerde gördüğüm bir rüya ile ilgili... Hayatımda çok fazla salak saçma rüyalar gören bir insan evladıyım... Seks, şiddet, korku, gerilim, aksiyon, dram gibi kategorilerde birçok rüya görmüştüm ama absürd komedi türünde bir rüya görmemiştim. Gördüysem de sayısı çok az olduğundan hatırlamıyorum. Genelde rüyalar da salak saçma olur. Bunun bana has bir durum olduğunu sanmıyorum. Kimse rüyasında kendisini Harikalar Diyarı'nda börtü böcekle oynaşırken görmez.

*Ulen, aslında oynaşmak lafını algılamaya göre değişir bu!* Börtü böcekle oynaşmak? Sanırım haklısın lan! Kabus konusu cidden...

Gerçi anlatacağım rüyanın yanında, börtü böcekle oynaşmak düşüncesi gayet mantıklı kalabilir.

Tamam la tamam! Geliyorum sadede...

Eski evimdeyim... 4-5 kişi falan var benimle birlikte ve salonda oturuyoruz. Sadece biri tanıdık; daha doğrusu kim olduğunu biliyorum. Onun dışındakileri seçemiyorum; ama tanıdığım kişiler olduğu belli... Biz " Sakın yabancılardan şeker alma!" nesliyiz ki evinde yabancı birileri olması bile son derece ters bir fikir...

Kimliği belirli olan bu zat, Mustafa Sandal idi... "Ne alaka?" türündeki sorularınızı kendinize saklayın. Zira verebilecek bir cevabım yok. Böyle koltukta oturuyor. İşin bir diğer salak yanı, bu oturma işlemini gözündeki güneş gözlüğü eşliğinde yapıyor. Ulen, " "Ne alaka?" sorularınızı kendinize saklayın!" demedim mi ben? Evet, dedim.

Bana bir anda son albümüyle ilgili bir şeyler soruyor. Ben de son derece misafirperver(!) bir ifade ile "Bunu bana mı soruyorsun?" deyip, yine son derece misafirperver(!) bir tavırla gülüyorum. Parantez içi ünlem işaretleri tamamen gıcıklığımın bir ürünü...

Gülen sadece ben değilim tabii... Evde kimliği belirsiz şahıslar da gülüyor. Tabii onlar hiç de misafirperver şekilde yapmıyor bu gülme işlemini... Burada parantez içi ünlem olmaması , hiç de kibar insanlar olmadıklarını gösteriyor.

Bozulan Musti (iki dakikada kanka moduna bağlarım.) bu bozuntu dolu ifadeyi saklamak için salak salak sırıtmaya başlıyor. Acaba hangi dişçiye gidiyor? sorusunun, beynimin kıvrımlarında var olması ile yok olması arasındaki zaman dilimi, kol saati ya da duvar saati ile ölçülemeyecek kadar kısa... Zaten bu yüzden dilim demek de saçma oldu...

Neyse bu salak sırıtmanın altında saklanmaya çalışan bu bozuk ifadeyi toplamam gerektiğini düşünüyorum ve bu düşünceyi uygulamaya geçiriyorum misafirperver bir insan olarak...

"Ya, senin ilk albümün var bende... Hem de kaset... Getirsem de imzalasan olur mu?" diyorum. Evet, kaset ve evet, 90'larda dinlediğim şeyleri saklamıyorum. O dönemki popçulardan Serdar Ortaç dışında hepsinin ilk albümleri vardır bende...

Cevabını bildiğim bu soruyu sorduğum an ile zaten bildiğim cevabı aldığım an arasındaki süre, az önce anlatmaya çalıştığım süreden daha da kısa...

Bi' an için bu sürenin kısalığının, cevabı bilmem mi olduğunu düşündüğüm an ile bu düşün... Şaka lan şaka! Bokunu çıkarmayacağım...

*Hani cevabını bildiğin soruları sormak zaman kaybıydı?* Ulen, tırtinho! ("Bunun benim uydurduğum bir kelime olduğunu anlamak zor olmasa gerek!" diyeceğim de sanırım bu kelime arkadaşla ortak türettiğimiz bir kelime ve tırtinyo şeklinde teleffuz ediliyor.) Rüya dediğin şey zaten 8 sn. sürüyormuş maksimum; kaldı ki bunun milyarda biri kadar bir kayıptan söz ediyoruz. Çık aradan...

Musti'ye döneyim ben... Biraz önceki yapmacık ve salak olan sırıtma, yerini içten ve salak bir sırıtmaya bırakıyor. "Çok isterim." dedikten sonra ben, kasedi almaya daha doğrusu aramaya gidiyorum. Ne sandınız ki; baş ucumda falan durduğunu mu?

Bir süre bakınıp bulamadıktan sonra "Anneeee kasetler nerde? diye bağırıyor (Bu arada kimliği belirsiz kişilerden birine daha kimlik tespiti yapmış olduk.) ve kan ter içinde uyanıyorum.

Yok lan! Ne kan teri? Kıçımı örtüp salak salak sırıtarak fosur fosur uyumaya devam ettim...

Bu rüya hayatımdaki salak saçma rüyalar listesine 1 numaradan giriş yapmıştır. Ayrıca bi' ara Freud Amca zahmet edip şu rüyayı yorumlasa ya! Çok fazla uğraşmasına gerek de yok. İstediği bütün malzemeler mevcut: anne, çocuk ve kaset... İş kendisine gelince "Bazen bir pipo sadece pipodur." ama olay bize gelince "Bazen bir kaset sadece kasettir." olmuyor. Freud Amca, adam değilsin lan!

Bu arada Musti, Suç bende değil sende adamım!

Not: Bu yazı aslında pazartesi günü kaleme alındı. Evet, "Kaleme alındı." dedim. Çünkü önce yazı yazarken kağıda yazıyorum; sonra buraya aktarıyorum. Aktarma işlemi bile 4 gün sürmüş. Sanırım bu yazı işini azıcık ciddiye almam gerekiyor.