20 Eylül 2010 Pazartesi

Hebele Höbele Hede Hödö...

"Karanlık... Sadece kelime olarak bile birçok insanı kasvet altında bırakıyor. Ben severim kendisini. Karanlık güzeldir. Veletken de korkmuşluğum yoktur. Şimdi de karanlıkta oturmayı severim. Özellikle de yanında şarap, sigara ve müzik varsa daha bi' güzel olur.

O zaman How I Met Your Mother? dizisine göre Kanadalı değilim. Amerikalı da değilim ki kendilerinden hiç haz etmem. Zaten sıçtıkları boktan bile korkan Amerikan halkının bu ülkeden ne istediğini anlayabilmiş de değilim. Yapılan Kanada esprilerinin de birçoğu hala muammadır benim için. Oralarda yaşayan biri olmadığım için çok da fazla ilgilenmiyorum aralarındaki muhabbetlerle. Benim gibi kansız, sıcağı seven biri için de soğuk yer zaten. Soğukta yaşayacak olsam, Finlandiya' yı veya Norveç' i seçerdim. Finlandiya' da depresif olup, bir heavy metal grubuna girerdim ya da Norveçli balıkçı amcalarla balığa çıkardım. Neutrogena el kremi sayesinde bu işin de altından başarı ile kalkabileceğimi düşünüyorum. Cidden bu kremi öneririm. Elleri sürekli çatlayan ve vıcık vıcık krem hissinden nefret eden bir adam olarak kullandığım tek krem budur ve son derece de memnunum.

Ne diyordum ben? He, hatırladım. Karanlıktan bahsediyordum. Ondan önce bir şey daha var. Az önce sıçtıkları bok derken anlatım bozukluğu yaptığımın farkındayım. Bok zaten sıçılan bir şeydir, ne gerek var bu şekilde kullanmaya. Ama böyle gözüme ve kulağıma daha bir hoş geldi. Şairler, yazarlar bu şekilde anlatım bozukluklarından yararlanmıyorlar mı bazen? Yararlanıyorlar; çok da güzel oluyor. Bu arada ne şairim ne de yazar. Bu anlatım bozukluğu ister istemez bir serbest çağrışıma yol açtı. İlk sevgilim hep düzeltirdi bir konuda beni. "Saç kılı" derdim. O da sürekli "Saç zaten kıldır. Bu şekilde kullanmak gereksiz." der dururdu. Düzeltmek zorunda kalırdım. Evlilik yıldönümü kutlama mertebesine ulaşmış bir insan olarak hala bu uyarıyı yapıyor mu merak ettim açıkçası...

Serbest çağrışımın tehlikelerinden önceki bloglardan birinde bahsetmiştim... Bu arada daldan dala atlamada üstüme yok. Neyse ki amacım da bu. Tamamen saçmalamak istiyorum. İsterseniz burada son noktayı koyabilirsiniz. Ben uyarımı yapayım da sonra çemkirmeyin bana. Umarım bu atlamalar sırasında düşüp bir yerimi kırmam.

Karanlıkta oturmak dediysek de öyle zifiri karanlık demedik. Şahsen onu da severim. Genellikle akşamları sigaramı mutfakta içerken bahçenin ışığını açarım ve bahçeyi izlemeye koyulurum. Benim için en güzel anlardan bir tanesidir. Şimdi bu hareketim birisine emoca gelebilir. Hatta okuyorsa –ki okuyor- tam burada "emo" diye kulağımı çınlatacaktır. Ona göre, kendisini sahilde sigara içip beklemek ve denizi izlemek de emoluktur. Canım benim! Gerek bu dediklerim, gerekse de Taksim'de başında kapşonun, kulağında kulaklıkla tek başına dolaşmak da emoluk değildir. Emoluk bir dostumun da deyimiyle, otobüste ayakta kaldığı için ağlamaktır. Gerçi sen bunların hepsini biliyorsun. Ben de amacının ne olduğunu biliyorum. Bu arada çok "emo" dedim bunu da üstüne alınacak bir arkadaşım mevcut. Ama o isminin kurbanı olduğundan yapabileceğim bir şey yok.

My Name Is Earl
dizisinde kaplumbağalı bir bölümün sonunda, robotumsu bir kaplumbağanın "Bu bölüm çekilirken hiçbir kaplumbağa zarar görmemiştir. Bu yüzden siz kaçıklar sakın mail, mektup atmayın." tarzında bir uyarısı vardı. Aynısından ben de yapmak istiyorum: "Bu yazı yazılırken hiçbir kişi, kurum ve emo zarar görmemiştir. Siz kaçıklar çemkirmeyin. Ayrıca bu yazı hiçbir kişi, kurum ve emoyla izdivaç halinde değildir."... Ayrıcadan sonraki kısım sizin de fark ettiğiniz üzere koca bir yalandır. Bariz göndermeler vardır. Bu kişiler isterse çemkirebilir. Hatta Amerikalı veya Kanadalı olup da bu yazıyı anlayanlar varsa öncelik onların olacaktır kesinlikle. Bir şeyi daha fark ettim. Emoları kişi olarak kabul etmemişim. Çok da mutluyum bunu yaptığım için.

"Gecenin en karanlık olduğu an, şafak sökmeden önceki andır." demiş birileri. "Ne alaka şimdi?" dediğinizi duyar gibiyim. N.ş.a' da bu sözü uygun bir yerde kullanırdım, yedirirdim. Çok da güzel olurdu. Ama amacımın bu olmadığını belirtmiştim zaten. Bir şeyleri uygun hale getirmeye çalışmaktan yoruldum. Kafamdan geçen cümleleri düzeltmek de istemiyor canım; aklıma ne geldiyse olduğu gibi yazdım. Hala da yazıyorum. Kısacası...

Neyse o kadar da bokunu çıkarmayayım. O sözü nerede duyduğumu da bilmiyorum. Sanırım bir filmdeydi. Bir iki nöron çarpıştırsam çıkarırım da nöronlarımı idareli kullanıyorum bu aralar. Neyse bu saçmalığı buraya kadar okuyan varsa onları ayakta alkışlıyorum. Ayrıca alkol falan yok bünyemde. Saçmalamamı alkole bağlamayın diye söylüyorum. Bir arkadaşımın msn iletisi geldi aklıma: "Kafam güzel diye kınamayın; her şeyimi ayıkken kaybettim ben!"... Son göndermemi de yaptım. Saçmalamak zor ve yorucu bir şeymiş yav. Ama huzur dolu bir şekilde bu bloğu kendisiyle baş başa bırakıyorum.

Usulüne göre hareket edip bir şarkı koyalım. *Hani uygun davranmayacaktın adamım? Ayrıca o sözü duyduğun yer Batman Dark Knight' tır.*... Biricik iç sesim benim! Buraya kadar okumuşlar, bari elleri boş dönmesinler. Zaten bu kadar alakasız konuların bir araya geldiği bir yazıya da alakasız bir şarkı koyacağım... Alakalı bir şarkı bulmaya kalksaydım tek seçeneğim Serdar Ortaç falan olurdu. Ayrıca sen nöronlarımı benden izinsiz niye kullanıyorsun ki? Kınadım seni... Linkteki şarkının sonunda yarım kalan kelime de transitiondır. Neyse sıkıldım ve gittim ben..."

Uzun zaman önce yazdığım bir yazıydı bu. Yatağın altından çıkarıp okuduğumda fark ettim ki saçmalama potansiyelim tehlikeli boyutlardaymış cidden. Ama ne yalan söyleyeyim; arada bu şekilde saçmalamak insanı rahatlatıyormuş. Okuyunca bile bu rahatlamayı hissettim.

Kendime not: Bu saçmalama işini bir ritüel haline getir...

1 Eylül 2010 Çarşamba

Sahne 26; Çekim 1...

Başlığa bakıp kafanızı kurcalamayın şimdiden... Yazının sonuna geldiğinizde az çok kafanızda bir fikir oluşacaktır diye ümit ediyorum. Oluşmasa da boşverin gitsin. Birazdan yazacağım yazıyı taa geçen sene kaleme almışım. "Kaleme almışım" gibi bende son derece eğreti duran yazarvari bir tanımlama kullandığımın farkındayım. Ama klavyeyle bilgisayar ortamında değil de bildiğiniz kağıt kalemle yazdığım bir yazıdır. Tesadüf ederi temizlik yaparken çekmecede buldum. Evet, arada ben de temizlik yapan bir insan evladıyım. Neyse klavyede yazmaktansa kağıt kalemle yazmayı her zaman sevmişimdir. Çizip karalamak gibisi yok. Üzerinde fazla oynamadan aktaracağım aynen; yaşadıklarım, hissettiklerim değişmediği için sorun olmaz. Sadece bir iki yerde not almışım ve ekleme yapacağım. Hea, bir sene geçtikten sonra ne ekleme yapacağımı hatırladığım için de hafızamı seviyorum. Ama bazen güçlü bir hafıza cidden çok fazla can sıkabiliyor. Off, bu sefer "Fazla uzatmayacağım, lafa gireceğim hemen." dedim de yine beceremedim sanırım... Girmeden önce bu yazının ciddi şekilde spoiler içerdiğini belirtmek isterim... "Kim korkar lan spoiler'dan." diyorsanız buyrun okuyun; sonra bana çemkirmeyin de... Aslında bu uyarıyı sonda yaparak süper bir espri anlayışım olduğunu vurgulamak isterdim de zaten yeterince uzatarak can sıktım; daha fazla sıkmayayım diye düşünmekteyim... "Neyse..." diyorum ve lafa giriyorum...

Geçen yaz gibi zamanlardı... Topluca bir buluşmanın ardından gecenin 3'ünde Pasaport'ta eski bir arkadaşımla sigaralarımızı tüttürürken de konuştuğumuz gibi çok şey istiyoruz. Evet, istediğimiz şey cidden fazla...

Hayat ne yazık ki bir romantik komedi değil; olmadı da hiçbir zaman ve olmayacak da... Hepimiz, Chuck Burtowski (Zachary Levi)'nin sahip olduğu Sarah Walker (Yvonne Sthrahovski) gibi güzel bir koruyucu melek isteriz ya da Sarah Walker'ın sahip olduğu, bizim için kendini feda edecek Chuck gibi birini... Ya da elinde gitarı uçakta vip bölümünden çıkıp, Julia (Drew Barrymore)'nın karşısına dikilip, bestelediği şarkıyı hiç çekinmeden söyleyen Robbie (Adam Sandler) gibi olmayı isteriz...

Hayal ederiz, düşleriz sıradan yaşamlara sahip sıradan insanlar olduğumuzu göz ardı ederek... Bu yüzden çok şey istiyoruz işte... Hayat bize bunları asla sunmadı, sunmayacak da... Sunacağı en fazla bir tek sahnedir; daha fazlası değil... Bütün film asla öyle sahnelerden oluşmaz, oluşmayacak da...

Jeux D'enfants'taki gibi hayat bize 2. ve güzel bir alternatif sunmuyor. Ya da Groundhog Day'da Phil Connors (Bill Murray) gibi bir şeyler düzelene, biz düzeltene kadar 1 Şubat gününü tekrar tekrar yaşayamıyoruz. Ya da Pulp Fiction'daki gibi zamanla oynayıp ölen birisini, bir sonraki sahnede tekrar göremiyoruz... Hitch'deki gibi şişman, sakar bir adam olan Albert Brennaman (Kevin James)'nın, dünyaca ünlü, zengin bir kadın olan Allegra Cole (Amber Valletta) ile evlenmesi? Mümkün değil...

Hayat bu kadar iyi değil...

Günlerimizi o arabadan o arabaya atlayan, atletli bir John McClane (Bruce Willis) gibi geçirmiyoruz. Ya da Marty McFly (Micheal J.Fox) gibi geçmişe ya da geleceğe gidip bir şeyleri değiştiremeyiz... The Crow'daki gibi öldüğü halde intikam almak için geri dönen Eric Draven (Brandon Lee) olamayacağız hiçbir zaman... Eric Draven'a hayat verirken, çekimler sırasında öldürülen Brandon Lee'yi gözünüzün önüne getirin...

Yaptığımız planların, geleceğe dönük düşüncelerin hiçbir anlamı yok; çünkü işler ters gittiğinde bizim, yine aynı noktaya ulaşmamızı sağlayan senaristler yok ve olmayacak da... Slumdog Millionire'deki gibi "Kim Milyoner Olmak İster?" yarışmasında hayatımızın dönüm noktalarıyla ilgili sorularla karşılaşmayız... Etrafımız 12 Angry Men'deki gibi bir şeyleri düşünen, sorgulayan, irdeleyen insanlarla da dolu değil... 18 yaşındaki bir çocuğu gözümüzü kırpmadan ölüme gönderebiliriz.

Hayat maalesef Oliver Stone'nun U Turn'ünde olduğu gibi; ya da bir The Shining, Full Metal Jacket... Öldürdükten sonra zafer şarkıları söyleyenleriz; barış rozeti takıp adam öldürenler... Elimizden gelen her şeyi, her türlü çılgınlığı yapıp yine de istediğimizin başkasıyla evlenmesine engel olamayan Julianne Potter (Julia Roberts)'ız; ya da ona yardıma gidip gay olmasına rağmen Julianne'ya aşık olan George Downes (Rupert Everett) gibiyiz... Gay olup da bir kadına aşık olmak... İlginç bir ironi... Şansızlık bu olsa gerek...

Life is Beautiful... Bilirsiniz bu filmi... Çocuğunun Nazi Kampı'nda olduklarını anlamaması için bütün çabasını ortaya koyan, neşeli olmaya çalışan bir baba... Ve sonunda ölen bir baba... Çabalarının sonucunu alamamak... Hayat güzelmiş! Hadi ya... Burada karma felsefesine de en içten duygularımı sunmak istiyorum. Güzellik buysa, evet hayat güzeldir...

Spawn'daki gibi cehennemi arkanıza almış da olsanız istediğiniz şeyleri, düşüncelerinizdeki gibi sunmaz size hayat... Sawyer (Josh Holloway) gibi bir adamın "Beni bırakma." yakarışlarına rağmen ölen Juliet (Elizabeth Mitchell)... Hayat işte budur; asla çabalarımızın karşılığını alamadığımız ve alamayacağımız bir yer... Tabi ki de çabalamak, uğraşmak gerekir; aksi takdirde en ufak bir anlam veremediğimiz bu hayat iyice anlamsız olacaktır... Ama fazla bir şeyler beklemek, istemek bir hayalden öte değildir... Uzun süreli planlar, düşünceler, kariyer, para aslında o kadar boş ki... Sıradan bir hayatın sıradan parçalarıyız. Bunu değiştirebileceğimizi en azından kendi adıma düşünmüyorum ki gücüm de yok zaten... Çünkü bakıyorum da Cesare Pavese'nin dediği gibi "Uğraşmak her gün biraz daha boş ve anlamsızmış gibi geliyor." ve kardeşimden de duyduğum üzere şunu biliyorum: Hayat yavaş yaşanmayacak kadar kısa... Uzun vadeli planlar, gelecek düşünceleri falan filan... Hepsi palavra gibi geliyor. Hayatı hep film gibi gören bir insan olarak hayatın mutlu sonla biten bir film olmadığını anladığım zaman, "The End" yazısı perdede çoktan görünmüş olacak...