1 Eylül 2010 Çarşamba

Sahne 26; Çekim 1...

Başlığa bakıp kafanızı kurcalamayın şimdiden... Yazının sonuna geldiğinizde az çok kafanızda bir fikir oluşacaktır diye ümit ediyorum. Oluşmasa da boşverin gitsin. Birazdan yazacağım yazıyı taa geçen sene kaleme almışım. "Kaleme almışım" gibi bende son derece eğreti duran yazarvari bir tanımlama kullandığımın farkındayım. Ama klavyeyle bilgisayar ortamında değil de bildiğiniz kağıt kalemle yazdığım bir yazıdır. Tesadüf ederi temizlik yaparken çekmecede buldum. Evet, arada ben de temizlik yapan bir insan evladıyım. Neyse klavyede yazmaktansa kağıt kalemle yazmayı her zaman sevmişimdir. Çizip karalamak gibisi yok. Üzerinde fazla oynamadan aktaracağım aynen; yaşadıklarım, hissettiklerim değişmediği için sorun olmaz. Sadece bir iki yerde not almışım ve ekleme yapacağım. Hea, bir sene geçtikten sonra ne ekleme yapacağımı hatırladığım için de hafızamı seviyorum. Ama bazen güçlü bir hafıza cidden çok fazla can sıkabiliyor. Off, bu sefer "Fazla uzatmayacağım, lafa gireceğim hemen." dedim de yine beceremedim sanırım... Girmeden önce bu yazının ciddi şekilde spoiler içerdiğini belirtmek isterim... "Kim korkar lan spoiler'dan." diyorsanız buyrun okuyun; sonra bana çemkirmeyin de... Aslında bu uyarıyı sonda yaparak süper bir espri anlayışım olduğunu vurgulamak isterdim de zaten yeterince uzatarak can sıktım; daha fazla sıkmayayım diye düşünmekteyim... "Neyse..." diyorum ve lafa giriyorum...

Geçen yaz gibi zamanlardı... Topluca bir buluşmanın ardından gecenin 3'ünde Pasaport'ta eski bir arkadaşımla sigaralarımızı tüttürürken de konuştuğumuz gibi çok şey istiyoruz. Evet, istediğimiz şey cidden fazla...

Hayat ne yazık ki bir romantik komedi değil; olmadı da hiçbir zaman ve olmayacak da... Hepimiz, Chuck Burtowski (Zachary Levi)'nin sahip olduğu Sarah Walker (Yvonne Sthrahovski) gibi güzel bir koruyucu melek isteriz ya da Sarah Walker'ın sahip olduğu, bizim için kendini feda edecek Chuck gibi birini... Ya da elinde gitarı uçakta vip bölümünden çıkıp, Julia (Drew Barrymore)'nın karşısına dikilip, bestelediği şarkıyı hiç çekinmeden söyleyen Robbie (Adam Sandler) gibi olmayı isteriz...

Hayal ederiz, düşleriz sıradan yaşamlara sahip sıradan insanlar olduğumuzu göz ardı ederek... Bu yüzden çok şey istiyoruz işte... Hayat bize bunları asla sunmadı, sunmayacak da... Sunacağı en fazla bir tek sahnedir; daha fazlası değil... Bütün film asla öyle sahnelerden oluşmaz, oluşmayacak da...

Jeux D'enfants'taki gibi hayat bize 2. ve güzel bir alternatif sunmuyor. Ya da Groundhog Day'da Phil Connors (Bill Murray) gibi bir şeyler düzelene, biz düzeltene kadar 1 Şubat gününü tekrar tekrar yaşayamıyoruz. Ya da Pulp Fiction'daki gibi zamanla oynayıp ölen birisini, bir sonraki sahnede tekrar göremiyoruz... Hitch'deki gibi şişman, sakar bir adam olan Albert Brennaman (Kevin James)'nın, dünyaca ünlü, zengin bir kadın olan Allegra Cole (Amber Valletta) ile evlenmesi? Mümkün değil...

Hayat bu kadar iyi değil...

Günlerimizi o arabadan o arabaya atlayan, atletli bir John McClane (Bruce Willis) gibi geçirmiyoruz. Ya da Marty McFly (Micheal J.Fox) gibi geçmişe ya da geleceğe gidip bir şeyleri değiştiremeyiz... The Crow'daki gibi öldüğü halde intikam almak için geri dönen Eric Draven (Brandon Lee) olamayacağız hiçbir zaman... Eric Draven'a hayat verirken, çekimler sırasında öldürülen Brandon Lee'yi gözünüzün önüne getirin...

Yaptığımız planların, geleceğe dönük düşüncelerin hiçbir anlamı yok; çünkü işler ters gittiğinde bizim, yine aynı noktaya ulaşmamızı sağlayan senaristler yok ve olmayacak da... Slumdog Millionire'deki gibi "Kim Milyoner Olmak İster?" yarışmasında hayatımızın dönüm noktalarıyla ilgili sorularla karşılaşmayız... Etrafımız 12 Angry Men'deki gibi bir şeyleri düşünen, sorgulayan, irdeleyen insanlarla da dolu değil... 18 yaşındaki bir çocuğu gözümüzü kırpmadan ölüme gönderebiliriz.

Hayat maalesef Oliver Stone'nun U Turn'ünde olduğu gibi; ya da bir The Shining, Full Metal Jacket... Öldürdükten sonra zafer şarkıları söyleyenleriz; barış rozeti takıp adam öldürenler... Elimizden gelen her şeyi, her türlü çılgınlığı yapıp yine de istediğimizin başkasıyla evlenmesine engel olamayan Julianne Potter (Julia Roberts)'ız; ya da ona yardıma gidip gay olmasına rağmen Julianne'ya aşık olan George Downes (Rupert Everett) gibiyiz... Gay olup da bir kadına aşık olmak... İlginç bir ironi... Şansızlık bu olsa gerek...

Life is Beautiful... Bilirsiniz bu filmi... Çocuğunun Nazi Kampı'nda olduklarını anlamaması için bütün çabasını ortaya koyan, neşeli olmaya çalışan bir baba... Ve sonunda ölen bir baba... Çabalarının sonucunu alamamak... Hayat güzelmiş! Hadi ya... Burada karma felsefesine de en içten duygularımı sunmak istiyorum. Güzellik buysa, evet hayat güzeldir...

Spawn'daki gibi cehennemi arkanıza almış da olsanız istediğiniz şeyleri, düşüncelerinizdeki gibi sunmaz size hayat... Sawyer (Josh Holloway) gibi bir adamın "Beni bırakma." yakarışlarına rağmen ölen Juliet (Elizabeth Mitchell)... Hayat işte budur; asla çabalarımızın karşılığını alamadığımız ve alamayacağımız bir yer... Tabi ki de çabalamak, uğraşmak gerekir; aksi takdirde en ufak bir anlam veremediğimiz bu hayat iyice anlamsız olacaktır... Ama fazla bir şeyler beklemek, istemek bir hayalden öte değildir... Uzun süreli planlar, düşünceler, kariyer, para aslında o kadar boş ki... Sıradan bir hayatın sıradan parçalarıyız. Bunu değiştirebileceğimizi en azından kendi adıma düşünmüyorum ki gücüm de yok zaten... Çünkü bakıyorum da Cesare Pavese'nin dediği gibi "Uğraşmak her gün biraz daha boş ve anlamsızmış gibi geliyor." ve kardeşimden de duyduğum üzere şunu biliyorum: Hayat yavaş yaşanmayacak kadar kısa... Uzun vadeli planlar, gelecek düşünceleri falan filan... Hepsi palavra gibi geliyor. Hayatı hep film gibi gören bir insan olarak hayatın mutlu sonla biten bir film olmadığını anladığım zaman, "The End" yazısı perdede çoktan görünmüş olacak...